SANATA GİDEN YOL KİŞİNİN BEYNİ, GÖZÜ VE ELİNDEN GEÇER. Mehmet Erbil
   
  Mehmet ERBİL
  DENEME YAZILARI
 


 "Bu sayfalarda yer alan yazı, belge ve fotoğraflar 5846 sayılı yasanın güvencesi altındadır. İzinsiz kullanılamaz."


                ALIN TERİ

                Anadolu halkı yüzyıllardır didindi durdu bu topraklarda.  Karasabanın sapına sıkı sıkıya sarıldı. Aç kalmamak, yaşamını sürdürmek için çırpındı, boğuştu, güreşti toprakla. Boğuştukça, güreştikçe yeni yöntemler, yeni bulgular elde etti. Var gücü ile de sarıldı bu yöntemlere, bu bulgulara. Bazen  kendisi buldu uyguladı, bazen deden, babadan kalma yöntemlerle yol aldı. Zorlandı zaman zaman, terledi, güçsüz kaldı da pes etmedi. Pes etmemesi gerekiyordu. Yaşamak için, ailesini yaşatmak içindi bu pes etmemeler, bu çırpınışlar.

                Öyle de oldu. Verimli topraklar üzerindeydi. Değerini bilmek, bu topraklardan yararlanmak gerekiyordu. Ekip dikmek, ekip diktiğine gözü gibi bakması gerekiyordu. 

                Ekmek istiyorsa buğday ekecekti, ekmek topraktan alın teri ile tohum ekerek sağlanabilirdi. Yoksa aç kalacaktı, başının çaresine bakmak zorundaydı.

                Öyle ya; “Ekilmemiş buğdayın ekmeği mi olur?” (1) Aynen böyle belledi. Ekmezse değirmende öğütecek buğdayı olmayacaktı, dahası ekmek ekmezse ekmek yoktu.

                Onlar böyle bildi, böyle belledi. Buğdayı sıcak avuçları ile saçmak zorundaydı toprağa. Her bir buğday tanesi toprağa tohum olarak düşecek, onların üzerine de düşen her bir damla bir tohumu sulayacaktı.

                Bu nedenle Anadolu’nun sularına yöneldi. Suyun boşa akmasının engelledi, setler çekti, barajlar yaptı önüne. Çeliğe su verir gibi, titiz ve özenli bir şekilde, su damlaları ile buluşturdu tohumları. Halı gibi yeşerdi tarlalar, yeşeren tohumlar başağa durdu. Alın teri de karışınca suya, alın teri de düşünce toprağa, ekinler boy saldı, bire kırk verdi, bire bin verdi deyim yerindeyse. Tahıl ambarı oldu Anadolu.

                Çok yoruldular, çok terlediler. Ne var ki; yüzleri güldü, yeniden güç kazandılar.

                Koştular değirmenlere, döndü değirmenler. Döndü de, ak pak oldu buğday taneleri. Döndükçe değirmen taşları doldu un çuvalları. Bu çuvallar da anaların avuçlarında yoğruldu, döndü sıcacık ekmeklere…

                Emekler dönüştü sıcacık ekmeklere.

                Üretiyordu, kimsenin yardımına muhtaç değildi. En büyük kazancı buydu. Üretiyordu, kimselere el açmıyordu. Başı dimdikti. Kimselere el ovuşturmuyordu.

                İşte onurlu yaşamak buydu. Onurlu demek insan olmak demekti. Özgür yaşamak demekti.

                Nazım Hikmet ne güzel demiş:

                “Esas olan;

                Sadece yaşamak değil

                İnsana yakışır şekilde

                Ve onurlu yaşamaktır.

 

                Teslim olmadan

                Boyun eğmeden

                Sürünmeden

                El etek öpmeden yaşamaktır.”

                Onurlu ve özgür yaşayanlara bin selam olsun.

               

                Mehmet Erbil   03 Temmuz 2022

(1)Maksim Gorki. Ana, Koz Yayınları 2017, s.125.





Brüksel İşeyen Çocuk Heykeli (Fotoğraf: Mehmet Erbil)

ÇOCUKLAR VE SAVAŞ

                Brüksel’de bir alana doğru gidiyorduk. O denli kalabalık vardı ki yolda zar zor yürüyoruz. Hani ne derler; “İğne atsan yere düşmez” örneği.

                Sonra kalabalığın kitlendiği, mıh gibi çakılıp kaldığı yere geldik. Herkesin gözleri biraz yukarı doğru bakıyor. Pür dikkat kesilmişler. Oradaki küçük bir çocuk heykelini heyecanla izliyorlar.

                Bu bir çocuk heykeli,  hem de işeyen bir çocuk. Önemli olan da buydu. Bu heykel  hakkında çeşitli söylenceler anlatılırdı.

                Bunlardan birinde derler ki; Brüksel düşmanlar tarafımdan işgal edilmişti.  Bir gün işgalciler planları gereği geri çekilmeye başlamışlar. Ancak geri çekilirken kentin altına büyük miktarda barut koydular. Amaçları kenti havya uçurmaktı. Fitili ateşlediler. Tam o sırada bunu gören çocuk, yanan fitilin üzerine işeyerek fitili söndürür. Böylece kentin yok olmasını önlemiş olur. Heykel  Manneken Pis (İşeyen Çocuk) adıyla anılır.

                İşte kenti kurtardığı söylenen bu çocuğun 1619 yılında taştan bir heykeli yapılır. Zaman zaman bu heykel çalınır, bulunur yeniden yerine konur. Böyle bir serüven sürer gider. Sonradan bu heykelin bronz dökümü yapılarak bu günkü yerine konur. Şimdi burada bulunan bu heykel onun bire bir kopyasıdır. Üzerine de görmeye gelen gezginlerin çok hoşuna gittiği için arada bir elbise giydirilir.

                Sosyal medyada bugünlerde çok dolaşan başka bir fotoğraf da çok dikkat çekicidir. ..

                “Bir tankın paletine işeyen çocuk.”

                Çok anlamlı, hem de çok anlam yüklü…

                Temiz, saf ve de tertemiz yüreklerin bizlere görsel yansımasıdır bu. Biz büyüklere derstir anlarsak.

                Onlar bize kısaca derler ki; “Sizin yaptığınız işin içine işeyeyim.”

                İşte işin özeti bu. İşin derin anlamı bu…

                Derim ki dünyayı ocuklara bırakmalı. İşte o zaman savaş biter, başlar kardeşlik, çoğalır el ele tutuşmalar.  Dünyanın tüm renkleri bir araya gelir, tutuşurlar el ele. Savaşta değil, oyunlarda olurlar kucak kucağa.

                Ve de derler ki; gereksiz yere, bir inat uğruna savaş çıkaranların “yüzlerine işeyeyim.”

                Aynen böyle yapar çocuklar. Yüzlerine… Yüzlerine yaparlar, işerler. Hem de hiç çekinmeden, korkmadan.

                Bu nedenle;  dünyayı tertemiz olması için çocuklara bırakalım.

                Sizler ne dersiniz?

                Mehmet Erbil




KONUMUZ ZEYTİN: ZEYTİNİME DOKUNMA

Anadolu demek zeytin demektir. Hangi bölgeye baksanız, hangi bölgenin toprağını eşeleseniz sizi zeytin karşılar. Kısaca zeytin Anadolu toprağına sinmiştir, kök salmıştır binlerce yıldır bu toprağı kökleriyle kucaklamıştır.  Ege Bölgesi bu kucaklayışın ana kaynağı olmuştur. Akdeniz bölgesi  hatta Güneydoğu Anadolu bölgesi yıllarca zeytin ağaçlarına kucak açmıştır.

Anadolu depremleri  ve Anadolu’da çıkan yangınlar zarar vermiş olsa bile, toprağına sıkı sıkıya bağlı olan zeytin köklerini sağlamlaştırarak Anadolu’yu yurt edinmeyi ve herkese ait olmayı sürdürmüştür.

Sürdürmüştür , ne var ki bazı dönemler çıkarcıların, gözü dönmüşlerin gazabına uğramaktan kurtulamamıştır. Ancak halk direnmiş, sahip çıkmış, uğruna uykusuz kalmış, yıkım ve kesim araçlarının önüne yatmış, ağaçlara siper olmuştur. Canı gibi korumuştur onları. Korumayı da sürdürecektir.

Şimdilerde maden uğruna hedef oldular. Oysa onlar bin yıllardır ürün verip halkı beslemektedir. Binlerce yıl beslemeyi de sürdürecektir. Kısaca sıvı altın vermeyi sürdürecektir bu zeytin ağaçları…

Bu ağaçlar herkesindir, halkındır. Talan edilemez, üç kuruş için feda edilemez. Maden bir kez , zeytin bin kez verimle halkın kazanmasına neden olur. Böyle biline, buna göre davranıla derim.

Yazımı bir şiirimle tamamlamak istiyorum:

ATAM  MUSTAFAM ıı

Sürdüğün tarlalar boş şimdi

Traktörler, makineler sustu

Çoğaldı hazıra koşanlar,

Bu ulus yeniden kazanacak

Öğrettiğin gibi

Ekmeğini taştan çıkaracak

ATAM MUSTAFAM.

Bazı yerler bizim değil sanki

Kaleyi içten fetheder gibi

Parsel parsel oldu topraklar

Bir sözün vardı unutmadık,

Çok anlamlı

"Geldikleri gibi giderler"

ATAM MUSTAFAM.

Erbil parmak basar yaraya

Anlattıkları gerçektir anlayana,

Biz de varalım aya

Çıksın da yola

Bir baksın

Ufukta çaksın

ATAM MUSTAFAM.

Mehmet Erbil



         TÜTÜN YARASI BÜYÜR MÜ?

Bir türkü takıldı usuma. “Sigaramın dumanı, yoktur yârin imanı” ne değin çektiyse aşık, sitem eder sevdiğine. Bizim tütün üreticilerinin de aynı dertten yanar yürekleri. Tütün derdi büyük dert. Çünkü başka gelir kapısı yok tütüncülerin. Başka tutacakları iş yok. Devlet baba dedikleri, sımsıkı sarıldıkları da sırt çevirdi onlara. Ne çalışacakları fabrika açtı ne de azıcık aşını çıkaracağı bir iş yeri açmasına yardımcı oldu. Anlayacağınız şimdi yalnızlar ve de çaresizler. Meclise yolladığı temsilciler hiç oralı değiller. Sahip çıkanları da susturmaya çalışıyorlar. Tütün üreticim böyle bir garip kıskacın içinde… Oldukça çaresizler. Bir de direnenler, hakkını arayanlar gözaltına alınıyorlar.

           

YÜREĞİNİZDE BİRAZ TÜTÜN ACISI OLSUN

TBMM sinin dünkü oturumunda, çıkan kargaşada bir ses yükseldi: "Sana ne ADIYAMAN tütününden?" dedi bu sesin sahibi milletvekili. Adıyaman Türkiye Cumhuriyetinin bir ilidir. Bu sesin sahibi olan milletvekilinin partisine yıllardır oy vermiştir. Hem de gözünü kırpmadan. İşte bu nedenle Adıyamanlı vatandaşın gözünü çıkarmak için, sofrasındaki aşını almak için oy kullanıyorlar ve de bağırıyor bu milletvekili... Beş-altı, on-onbir maaş almıyor bu tütüncüler, alnının terini, elinin nasırını katıyor aşına... Ve de sizlerden maaş istemiyor, çalışıp kazancını yemek istiyor... Ne var ki siz onlara gölge ediyorsunuz.

Ne diyelim, Adıyamanlı hemşerilerim belki sizlerin amacını anlamıştır.

Haydi Adıyamanlım; sandık önüne geldiğinde, göster anladığını.

ELLERİMİZDE TÜTÜN ACISI

Adıyaman insanı çalışkandır. Deyim yerindeyse ekmeğini topraktan, taştan çıkarır. Alın terleri nerdeyse hiç kurumaz. Didinir dururlar sıcak aşları soğumasın, çocukları aç kalmasın diye. Karınları tam doyar mı bilinmez. Bilinen şudur ki çalışmak onların mayasında var. Çalışmadan üretmeden duramazlar. Üretmeden aç kalacaklarını bilirler. Bilirler de sürekli didinir dururlar toprak üzerinde.

Ellerinden öperim o insanların. Elbette çalışmaktan nasır tutan eller öpülesi ellerdir. Geçim için, dirlik için, yaşamak için, aç kalmamak için nasır tutan eller. O eller elbette öpülür, elbette baş tacı edilir o eller, o eller Anadolu’dur. Mayasında Anadolu türküleri vardır o ellerin. Gün doğmadan yola çıktığında, tarlaya vardığında dudaklarındadır o türküler. Anadolu türküleri yorgunluğunu alır, çalışma gücü verir, artırır direncini dilindeki türküler. Çünkü onlar o türküleri yakanların içinden gelmiştir. Yorgundur, tütün yorgunudur. Atalarının tütün tarlasında çektiği çileler ona da yansımıştır. Beli bükülmüşlüğü, tütün ezikliğini, anası, babası ve de komşuları ile yaşamıştır. Elleri tütün kokar, acımsıdır o eller, o bedenler acımsıdır.

Tütün sarartmıştır, eritmiştir onları, titretmiştir her geçen gün o çalışkan bedenleri. Tütün işte deme, derman kalmaz dizlerde, kollarda güç kalmaz. Tütün ki bir ince sızıdır bedenlerde, sorma gitsin.

Bizler de; üreten, çalışan toplumun içinden geldik… O toplumun içinde aynı çileleri yaşamış, aynı çileler çekmişizdir. Üretici dertlendiğinde, biz de dertlendik. Gerçek duyarlılık budur. Ekmeğini, aşını arayana arka çıkılmalıdır, durulmalıdır yanında. Derdini dinleyeceksin, çareler arayacaksın, vurdum duymaz olmayacaksın, aşını arayan, aşına sahip çıkmak isteyenin yanında olacaksın. Şurası bilinmelidir ki, üretmeyen toplumlar yaşayamaz, başkasına muhtaç olur, köle olur ve de ölür. Üreten toplumlar güçlüdür. Üreten toplumların başı diktir. Bu toplumun başını öne eğmeye kimsenin hakkı yoktur. Onların kuru ekmeğini, soğanını elinden almaya kalkmayın. Bırakın üretsinler, bırakın toprağı işlesinler, bırakın kendi kabukları içinde yaşasınlar.

O insanlar; Anadolu insanın bitmez tükenmez üretme gücünü de sererler gözler önüne. Tarlada, bahçede izi olmayanlar anlayamaz bunu. Tarlada, bahçede alın teri akıtmayanlar bilemez bunları. Zaten bu ülkeyi ele güne muhtaç etmeden yaşatan bu halk değil mi? O yüzden sırtı yere gelmedi halkımın. Bu nedenledir ki yedi düvele kafa tutulmuştur. Kafa tutulurken bu halktan güç alınmıştır. Bu nedenle; “Türk milleti zekidir, çalışkandır” demişti Atatürk.

Oysa şimdilerde üretime engel olmaya çalışıyorlar. Gelecek kuşaklarımızı, ekimi, dikimi, hasadı bilemeyecek duruma getirmeye çalışıyorlar. Nasıl olsa bundan böyle her şey ithal ediliyor. Buna tütünü de çoktan kattılar. Acaba yabancı sigara üreticileri kazansın derdi mi var? Bu yüzden mi aşını arayanlara güç gösterisi yapılıp, gözaltına alınıyor?

Tütün yorgunu bu halka eziyet etmeyin, anlayın derdini. Aşını zehir etmeyin, bozmayın ağız tadını. Zaten kota konmuş, aza indirilmiş üretim. Öyleyse denetimli, yasaların öngördüğü biçimde üretim yapmalarına fırsat verin. Yabancı sigaralara tanınan satış olanaklarının binde birini verin onlara yeter. Çekin elinizi, ayağınızı, halkın alın terinden yeter.

Yıllardır adım adım kısıtlamalar yaparak bu halkın ekmeğini almayın elinden. Zaten sular altında kalan topraklarından ettiniz, düşürdünüz üretim gücünü. Bu da yetmiyor tütününe göz diktiniz. Hem de tüm Anadolu’da tanınan aranan tütününe yasaklar getirdiniz. Kaç yıl önceden olursa olsun bu halkın alın terini kurutmaya kimsenin hakkı yoktur.

Fabrika açmak, yeni çalışma alanları açmak aklınızın ucundan bile geçmiyor. Hani Gap bölgesinde yetişen ürünler Adıyaman’da açılacak fabrikalarda işlenecekti? Yalandan öte bir yaptığınız hayırlı bir iş yok Adıyaman için.

Salt seçim dönemlerinde ağızlara bir parmak bal sürmek yetiyor size. Oyları alıp kendi ihtişamlı yaşamlarınıza çekiliyorsunuz. Sizler tok olunca iş bitti sanıyorsunuz.

Alnı terlemeyenler, alın terinin değerini bilemezler. Elleri nasır tutmayanlar, elleri tarlada çatlamayanlar, o ellerin sızısını bilemezler.

Ben de derim ki; elleri sızlayanlar, elleri nasır tutanlar, o ellerle aşını yapmaya çalışanlar, sandık başında tuttuğunuz oyun değerini bilerek sandığa atınız. O oy, senin aşın, senin alın terin, senin nasırlı ve de sızlayan ellerinin karşılığı olacaktır.

Adıyamanlım, tütün üreticim bil ki; “Ne ekersen onu biçersin.”

06.07.2021

Mehmet Erbil



Alıntı

TÜTÜN YARASI

Bir türkü takıldı usuma. “Sigaramın dumanı, yoktur yârin imanı” ne değin çektiyse aşık, sitem eder sevdiğine. Kısaca sitemi sevdiği devletinedir. Evet bizim tütün üreticilerinin de aynı dertten yanar yürekleri. Tütün derdi büyük dert. Çünkü başka gelir kapısı yok tütüncülerin. Başka tutacakları iş yok. Devlet baba dedikleri, sımsıkı sarıldıkları da sırt çevirdi onlara. Ne çalışacakları fabrika açtı ne de azıcık aşını çıkaracağı bir iş yeri açmasına yardımcı oldu. Anlayacağınız şimdi yalnızlar ve de çaresizler. Meclise yolladığı temsilciler hiç oralı değiller. Sahip çıkanları da susturmaya çalışıyorlar. Tütün üreticim böyle bir garip kıskacın içinde… Oldukça çaresizler. Bir de direnenler, hakkını arayanlar gözaltına alınıyorlar.

Aslında bu direnişin büyüyüp yayılmasını önlemek için bir gözdağıdır yapılan. Hak aramak anayasal bir haktır. Haktır da, “ya örnek olursa, ya yayılırsa…”korkusu var. Bu yüzdendir tutuklama… Ve de nedeni “watsap grubunda olmaları”ymış. Adelete karşı gelinmez, ne var ki gerekçe düşündürücü…

Zaten Adıyaman’lım buna akıl erdiremiyor. Çünkü çıkarılan yasalarla “Philip Morris korunuyor, vergiler düşürülüyor” diye düşünüyor.

Çünkü o yasalar “JTİ için çıkarılıyor, vergiler düşürülüyor.” Hepten usunu kurcalayan bu…

Adıyamanlıma göre bunlar yerli ve milli, Adıyamanlı Abuzer emmim ne yerli, ne de milli. Adıyaman toprakları sanki sınırlarımızın ötesinde bir yerlerde…

Oysa her seçim öncesinde, meydanlarda yankılanan söylemlerinde, tam tersi anlatımlar vardı. Adıyaman’ın ürettiği tütün serbest edilecek, herkes dilediğince tütün ekebilecekti. Aynen böyle demişti devleti yönetenler.

Demek istemiyorum, ne var ki herkesin usuna takılıyor; o meydanlarda attığınız nutuklar yalan mıydı? Sadece oyları alıncaya dek mi geçerliydi?

Sonuçta geldiğimiz nokta; İngiliz, ABD tütünü ülkemizde cirit atacak, Adıyaman’ın öz be öz tütünü yasaklanacak… Bu devlet bizim, bu ülke de bizim…

Önce benim halkımın sesi duyulmalı, önce benim halkımın aşı tencerede kaynamalıdır. Önce benim halkım gözetilmeli, önce benim halkımın alın teri parlamalıdır bu toprakların üstünde. Çünkü önceleri de dedelerinin kanları parladı bu topraklar üzerinde. Kemikleri sıralandı, toprağı sağlamlaştırdı, geçilmez yaptılar canlarını vererek. Bu nedenle öne çıkmayı, toprağı öncelikli kullanmayı hak ediyorlar.

Onları rahat bırakalım. 1980’lerden başlayan kısıtlamaları, tütün ithali serbestliğini sınırlayalım. Kendi halkımızın tütününü değil…

 

TÜTÜNCÜ ŞAİR

Ben Adıyamanlı bir garip tütüncüyüm

Adıyaman sokaklarında adımlarım sayılır

Tütün tarlalarını karış karış bilirim

Her yaprakta tırnağımın izi vardır.

 

Tütün çuvaldızı, tütün ipi, tütün yaprağı,

Hiç düşmez dilimden, tek tek sayarım

Ben bu tarlalarda doğdum

Tarlalarda pırpır çarpar yüreğim.

 

Cana can koydum bahtım yol oldu

Tütün yaprağına yazıldı yazgım

Adım adım arşınladım her yanı

Meğer burada yazılıymış kara yazım.

 

Tütün sarısını ben buldum

Alnımın yazısıymış sarı beniz

Ellerim nasır tuttu, belim kırıldı

Siz de yanarsınız, hallarımı bir görseniz.

 

Nemrutlu bir kız gördüm düşümde

Tütün sarısı saçlarını tarardı

Bakıra benzeyen teninde

Dünyayı yakacak sevda ataşı vardı.

 

Tütün tarlasında gün doğar

Ben kuş seslerini bir bir dizerim iplere

Adıyaman’ın tüm renklerini, bilir misiniz

Yüklerim güneş yüzlü tütünlere.

Mehmet Erbil

14.07.2021




 

EĞİTİM ÇIKMAZI

                Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’da okul sayısı çok azdı. Köylerde nerdeyse okul yok gibiydi. Halkın çoğu okuryazar değildi. Şimdi de öyle sayılır. Okuyorlar ne var ki okuduklarını anlamıyorlar ve de kendilerini tam olarak anlatamıyorlar.  Bu nedenle her şeye inanıyorlar. Karşılaştırma, tartışma ve yargılama gibi kavramlardan çok uzak kalıyorlar. Turgut Özakman’ın dediği gibi “Bunların kafa saatleri ortaçağda durmuş” gibi oluyor.

                Şimdi de öyle.

                Köy okullarının tümü kapalı…  O cıvıl cıvıl, yarının daha doğrusu geleceğimiz, o pırıl pırıl çocuklarımızın sesleri, İstiklal Marşımız duyulmuyor.  İstiklal Marşı okunarak bayraklar göndere çekilmiyor. En acısı da; birilerinin “okutmazsam namerdim” dediği andımız okul bahçelerinde çınlamıyor.

                Köylerde garip bir sessizlik, garip bir yalnızlık var. Her şeyden öte köylerde terk edilmişlik var.

                Tarlalar bom boş. Üretim durmuş. Köylerden kente geçişler hızla sürüyor. Halkımız iki arada, bir derede kalmış. İşin kötüsü yol gösteren de yok. Köyde kalsa çocuğunu okutacağı okul yok, kente göçse iş yok. Çaresizlik içinde, göçse bile uyum zorlukları ile karşılaşıyor. Bu arada bildikleri üretim süreçlerini de unutmaya başlıyorlar. Çaresizlik alıp başını gidiyor. Üretemediği için yoksulluk yakasına yapışıyor.  Bu kez “Ne iş olursa yaparım” anlayışı onu bir girdaba çekiyor.  Bu nedenle yaptığı işlerde başarı göstermekten uzak kalıyor ve “niteliksiz” kişilere dönüşüyorlar.

                Ayrıca eğitimciler de toplumun bu zikzaklı gidişine ayak uyduramıyor, salt dersine girip çıkmakla yetiniyor. Çünkü o da ekonomik zorluklar içinde buluyor kendini. Başka ekonomik destekler peşine düşüyor. Bir de buna eğitim çıkmazında yönergelerin, yönetmeliklerin her sene değişmesi de eklenirse, katmerlenen bir sorunlar yumağı içinde buluyor kendini. Ne velilerle, ne de öğrencilerle iletişim kuracak zaman bulamıyor.

                Bir zamanlar Ferdi Tayfur’un “Hadi köyümüze dönelim” şarkısı vardı ya; çoğumuz bu çaresizlikler içinde bu şarkıyı söyleyip duruyoruz. Duruyoruz da yerimizde sayıyoruz.

                Köyümüze dönelim. Dönelim ki, tarlalarımız sahipsiz ve de boş kalmasın.

                Köyümüze dönelim ki, okullarımız yeniden açılsın. Yeniden eğitime gönül vermiş öğretmenlerin sesleri, çocuk cıvıltıları sınıfları doldursun.

                Köyümüze dönelim ki; çocuklar şen şakrak koşsunlar kırlarda… Sağlıklı bedenlere kavuşsunlar, öğrensinler doğayı, öğrensinler üretimi… Hem de okuyup yazsınlar, böyle büyüsünler.

                Taşsın sınırlarından köyünün… Devletin yeniden açacağı parasız yatılı okullara gitsinler. Ne olduğu belli olmayan grupların ellerine ya da paralı eğitim kıskacına düşmesinler. Devletin okullarında Türk Milli Eğitiminin Amaçları doğrultusunda eğitim görsünler… Adam olsun. Üretime, bilime daha doğrusu yurduna katkısı olsun. Laboratuarlarda çalışsın,  ziraat mühendisi olsun, üretimin belkemiği bilgileri köyü ve halkıyla paylaşsın. Hayvancılıkta verimi artıracak bilgilerle donanmış birer veteriner olsunlar. Köylerimiz büyük ve küçükbaş hayvanlarla dolsun. İthal furyası dursun, ihracat başlasın. Ancak bu yolla tarımsal ve hayvansal ürünler kıskacından kurtulur rahat bir soluk alırız.

                Çünkü üretemeyenlerin parası da olmaz, geleceği de…

                Üretmeyenlerin devletine desteği de olmaz, yararı da…

                Vatandaşından destek görmeyen devlet, şirketlerin ya da başka grupların eline düşer. Dış güçlerin yardımına ve desteğine avuç açar ve Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi kapitalisyonlarlarda olduğu gibi bir çıkmazın içine düşer.

                Oysa Cumhuriyet eğitim sisteminde toprağı işlemesini, verimin artırılmasını öğrendik. Tarlalarımız yeşerdi, verime durdu. Ambarlarımız dolup taştı. İthal değil, ihraç etmeye başladık.

                Göklerde uçaklarımız dolaşmaya başladı. Dahası uçaklar sattık başka ülkelere… Sahip olmaya başladık göklere…

Gerçekten uçtuk.

Şafakla birlikte, üretim yaptığımız tarlaların, fabrikaların yoluna koyulduk. Mutluluk doluyduk, yüzlerimiz gülüyordu. Oysa şimdi “Gülen az, ağlayan çok” şarkısında olduğu gibiyiz. Yolda yürürken endişeli yüzlerin çokluğu bozar moralimizi. Umutsuzca bakışlar çevreler bizleri. Çünkü dış ve iç borçlarla geleceğimiz ipotek altındadır. Kısaca yine bir kıskacın içindeyiz.

Oysa üretim; ekmeğimiz rahat bulmayı, ekmeğimizi rahat yemeyi sağlar. Eğer işlersek toprağı, Aşık Veysel’in dediği gibi:

Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır”

            Doğru söze ne demeli. Üretenin alnı açık başı dik olur. Kimsenin karşısında başını eğmek zorunda kalmaz. Onurludur, gururludur… Çünkü kendine yetmektedir. Kendine yettiği için de özgürdür. Bayrağını özgürce çeker göklere, göklerdeki bayrağına da umutla bakar, bakar da; gururu varır göklere…

            Burada Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulunun Okul Ajansı’nın 16. Cildinde yer alan 28 Ocak 1957 tarihli sayfasından aşağıdaki şiiri aktarmakla yetiniyorum.

            EKİN SAÇLI TÜRK

            Atatürk kimdir? Diye sorsalar bana,

            Mavi gözlü, ekin saçlı bir Türk’tü derim.

            Yeri gösteririm, Göğü gösteririm, Şafağı gösteririm.

 

            Atatürk ne yaptı? Sorsalar bana,

Taparcasına, ölürcesine bizi sevdi derim.

Ekmeği gösteririm,

Toprağı gösteririm,

Bayrağı gösteririm.

                 Macit Benice

Evet; Türk Milli Eğitiminin Amaçlarını; ödünsüz yeniden uygulamaya başlarsak sorunları temelinden çözeriz. Yeter ki eğitim sistemimizi “siyasi emellerimize” alet etmeyelim.

Bu konuda 1946’larda Köy Enstitülerini budamaya başlayan, daha sonra da 1975 yılında Öğretmen Okullarını kapatan düşünceleri, siz ne derseniz deyin, ben bir türlü affedemiyorum.

Böylece yolu açılanlar, bu yoldan rahatça ilerlemelerini sürdürüyorlar.

Buna dur demek düşüncesinde olan kuruluşlar, eğitimin kurtuluş ilkelerini bilimsel verilere bağlayarak açıklamalıdırlar.

Sustukça eğitimdeki yara kangrene dönüşmektedir.

Herkesçe bu böyle biline…

 

Mehmet Erbil 

03 Ekim  2020

www.mehmet-erbil.tr.gg


 




30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI

Ülkemizin büyük mimarı Atatürk’ün 26-30 Ağustos tarihlerinde dört gün süren Büyük Taarruz sonucunda, Atatürk’ün başkomutanlığı ve dahice oluşturulan savaş planlamaları ile kazanıldı. Taarruz hazırlıkları çok gizli bir şekilde planlandı. Bu bir ölüm-kalım savaşıydı. İşgalci güçlerin ülke topraklarından atılmasını sağlayan son plandı. Düşmana son darbe vurulmalıydı. Bu nedenle çok gizli görüşmelerle plan oluşturuldu. Bu sırada Türkiye Büyük Millet Meclisi 20 Temmuz 1922 de Atatürk’e dördüncü kez Başkomutanlık yetkisi verdi. Haziran ayında taarruz kararı alan Atatürk, hazırlıklar tamamlanınca, Ağustos’un 26’sını 27’sine bağlayan gece Afyon’dan Büyük Taarruz başladı. Çok yoğun çatışmalar sonrasında düşman Aslıhan civarında kuşatılarak, Dumlupınar Meydan Muharebesi ile imha edildi. Zafer kazanılmıştı.

Atatürk bu zaferin ardından “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini de vermiştir.

Sonuçta işgal güçleri 9 Eylül’de denize dökülerek nihai sonuç alınmış, ülkemiz alnı açık, onurlu insanların yaşayacağı topraklar haline gelmiştir. Kolay mı olmuştur? Elbette hayır. Çok kanlar akıtılmış, çok canlar bu kutsal topraklara düşmüş, vatan toprakları kanla sulanmıştır. İşte “Bunlar gelincik tarlasından geçer gibi ateşten geçmiş, ölümle kan kardeşi olmuş babayiğit Anadolu çocukları, Kemal’in askerleriydi.”(1)

Bizler onların torunları olarak mutlu ve huzur içinde yaşıyorsak bu yiğit, gözü pek Anadolu halkına borçluyuz. Bu nedenle Atatürk’e, silah arkadaşlarına ve onlara yürekten inanan Anadolu Halkı’na borçluyuz. Çünkü; Falih Rıfkı Atay’ın belirttiği gibi: “Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferine borçluyuz.”

Onlar için ne yapsak azdır. Çünkü onlar bizler için, gelecekteki evlatları için kanlarını akıtıp, toprağa düştüler. Atatürk bunu şöyle açıklar: “Arkadaşlarımla birlikte ne yaptıksa sizler için yaptık. Başınız dik gezin, kimsenin kulu kölesi olmayın diye yaptık. Ödülümüz sizin temiz, güzel sevginizdir.”(2)

Bizler böyle günlerde onlara ödülleri olan, temiz ve güzel sevgimizi gösterelim. İnsan olmanın en erdemli yönü budur. Erdemlilik büyüklerini tanımak ve kıymet bilmektir.

Onca yokluk ve yoksulluk varken, canını dişine katarak bu ülkeyi bizlere armağan edenlere şükran borcumuz vardır. Tüm büyükler gelecekleri olan çocuklar için çalışır, didinir dururlar. Yeter ki onlar gelecekte rahat etsinler, kalkınsınlar, bolluk ve bereket içinde huzurlu yaşasınlar.

Atatürk kendisini ziyarete gelen çocuklara söyle seslenmişti:

“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler geleceğimizin gülü, yıldızı, talih ışığısınız. Memleketi asıl aydınlığa sizler boğacaksınız. Ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Kızlarım, çocuklarım, sizlerden çok şeyler bekliyoruz.”(3)

Halkına, çocuklarına güvenen yöneticilerin yaklaşımıdır bu. Onlar bu nedenle geleceklerini gençliğe emanet ettiler.

Onların yaşamını incelemek, mücadele ruhunu kavramak bizlerin görevi olmalıdır. Onlar gibi “Milli Mücadele” kavramı içinde yetişmeliyiz. Her türlü yokluğa, yoksulluğa, dayatmaya direnç göstermeliyiz. Üretime, kültüre, sosyal dayanışmaya omuz vermeliyiz. Ülkemiz bu dayanışma ile üretir, gelişir ve kalkınır. Yeter ki; “Milli Mücadele’nin ateşinden geçenler başka türlü oluyorlardı.”(4) dendiği gibi olalım. Onlar ateşte ısıtılıp kor haline getirilen demirin, su verilerek çelikleştirilmesi gibiydiler. Bu nedenle çelik gibi ve çelik yürekliydiler, düşmanı bu inançla dize getirmeyi başardılar.

Ne mutlu onlara…

Ne mutlu 30 Ağustos Zafer Bayramını bize armağan edenlere.

Mehmet Erbil

27 Ağustos 2020

www.mehmet-erbil.tr.gg

(1) Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi. Bilgi Yayınevi 22. Basım, Ekim 2009, s.90.

(2) A.g.e s.79.

(3) A.g.e s.79.

(4) A.g.e. s.89.



 

             YAPAY YAŞAM

            Sık sık uğradığım Ankara Ulus’taki Suluhan’a yine uğradım, her zaman olduğu gibi cıvıl cıvıl Her taraf renk renk,  gök kuşağı gibi. Ne var ki her şey çok yapay. Plastik, petrol özlü renk renk Çin yapımı çiçekler. Satıcıların, esnafın çoğu tutuklu gibi., yüzler soluk ve cansız. Neredeyse tüm satıcı ve alıcılar asık suratlarla dolaşıyorlar. Umutsuz bir geleceğe uzanıyorlar, umutsuz bir geleceğe gidiyorlar gibi. Umarsız, beklentisiz, tek düze bir devinim ve yaşam içindeler. Satıcılar kurulmuş bir robot gibi her geçene, cılız bir sesle “Buyrun!” deyip isteksizce çağrı yapıyorlar, isteksizce sesleniyorlar.

            Bir zamanların canlı, günceli paylaşan, dipdiri Suluhan; monoton, kalıplaşmış bir durgunluk içinde bulmuş kendini. Ortadaki şadırvan işlevini yitirmiş, renk renk gölgeliklerin çevrelediği, adeta gizlediği bir görünüm almış. “Gelecekte ne olacağım?” diye düşünür gibi bir hali var. Dolaşmaktan, aynı şeyleri görmekten yorulmuş insanlara, çevresi sığınma yeri olmuş. Çay, kahve içenler, bir şeyler atıştıranlar şadırvanın gölgeliklerinde soluklanıp, kendilerine gelebiliyorlar.

            Kimlerinin de buluşma noktası olmuş.

            Köylerinden, kentlerinden alış-veriş için gelenlerin de buluşma noktasıydı. O günlerdeki gibi bunlar kendi el emeği üretimlerini satmıyorlar, onlar unutulmuş, yapay üretimler öne çıkmış. Tek düze bir görünüm almış, sarmış her yanı. Özgünlük yitip gitmiş bu üretimlerde.

            İster istemez oturup düşündüm. Düşündüm ki, yapay bir yaşam içine düşmüşüz. Düşmüşüz de bir uyaranımız, bu yapaylıktan bizleri kurtaracak ustalarımız yok.

            Yok mu acaba gelecek günlerin daha ışıltılı olacağını muştulayan belirtiler?

            Karamsar olmamak, muştuları yaratmak gerek, muştulara koşmak gerek diye düşünüyorum.

            Şadan Gökovalı der ki; “Kültür her şey unutulduktan sonra akılda kalan şeydir.” Ne demeli, bu çok doğru bir belirleme. Bu açıdan bakınca, sanki bizim usumuzda hiçbir şey kalmamış, sıfırlamışız bildiklerimizi. Köyden, kasabadan göçmeden önce bu insanlarımız, üretiyordu. Renk renk halı kilimlerini kendileri dokuyup evlerinde kullanıyorlar, ayaklarına kendi ördükleri renk renk yün çorapları giyiyorlardı. Günümüzde bu el emeği, göz nuru üretilen ürünler, yabancı ülkelerin müzelerinde en başköşelerde yer alıyor.

            Oysa bu ürünleri üç-beş kuruşa elden çıkardık, kısa günün karı dedik cebimize attık, yerlerine yenilerini koymadık. Derken çalışmadan, eldekileri satarak miras yedi olduk. Üreten yaratıcılığımızı, miras yiye yiye unuttuk, yaratıcılığımızı sıfırladık.

            Bu sıfırlamayı yaparken ne olacağını düşünmedik. Günümüzü gün etmekle zaman harcadık. Oysa harcadığımız geleceğimizdi. Oysa harcadığımız çocuklarımızın geleceğiydi.

            Üretmeden tüketmeyi başarı saydık, bu başarıyı yineledikçe yerimizde saydık. Yerimizde saydıkça toz duman içinde kaldık. Etrafımızı, daha doğrusu kendi gücümüzü göremedik.

Burada sözü gazeteci-yazar Yusuf Yavuz’a bırakmak istiyorum. Yazar; “Halısını yitiren Türkler” başlıklı yazısında ders alacağımız bu konuyu irdeliyor. ”Geleneksel halı ve kilim dokumacılığının yaslandığı hayvancılık Türkler için vazgeçilmez ve en iyi bildikleri bir üretim modeliydi. Buna bağlı olarak gelişen dokumacılıkla birlikte binlerce yıldır sosyo-ekonomik yaşamın omurgası oldu. Otun koyuna, koyunun yüne, yünün ipliğe, ipliğin halı ve kilime dönüşerek birbirini beslediği bu üretim modelinin ekonomi-politiğini yeterince anlamış değiliz. Uyduruk üretim modelleriyle asıl olan üretim alanından koparılan milyonlarca üretici, dokumacı, bugün birer birer kapanan ya da dar boğaza giren koşullu fabrikaların ucuz ve niteliksiz iş gücüne dönüştüler.”

Niteliksiz iş gücü demek, kendi başına iş başaramayan demektir. Analarımız, ninelerimiz nitelikli iş gücüne sahiptiler. Okuma yazma bilmedikleri halde tezgahın başına oturunca metrekarelerce halıyı, kilimi dokuyup işlerini bitiriyorlardı. Desteklenmeyen bu üretimler teknik gelişmelere yenik düştüler.

                Aslında yenik düşen sahip çıkılmayan yaratıcılığımız idi. Bu nedenle batmamak için sağa-sola çırpınıp duruyoruz. Çırpınmaya hiç gerek yok.

Çünkü yeniden kendi kişiliklerimize dönmemiz gerekir, yeniden yaratıcı gücümüze sarılmamız gerekir diye düşünüyorum. Kurtuluşumuz kendi yaratıcılığımızda saklıdır. Bunu bilelim, yolumuzu buna göre çizelim.

 “Türk, övün, çalış, güven.”

 Mehmet Erbil

18 Kasım 2018

 





ÜRETEN BİR TÜRKİYE ÖZLÜYORUZ 

Halkımızın güzel bir sözü vardır: “Taşıma suyla değirmen dönmez” derler. Onlar bu nedenle suyu akar hale getirdiler. Bu akarsuyun yolunu değirmene dek uzattılar, değirmene akıttılar. Değirmenin taşını döndürecek düzenekler yaptılar. Ağır iki taş arasında buğdayı parçalayıp ezerek un yapmayı başardılar.

Çünkü onlar hazırla yetinmediler. Bilirlerdi ki, “Hazıra dağ dayanmaz.” Onlar değirmeni de kendileri yaptılar, değirmenin dönen taşlarını da. Onlar düzenekler oluşturarak başka fabrikalar da yaptılar. Onlar üretim yapacakları tesisleri kurdular. Gereksinimleri olanlara öncelik verip ürettiler. Adım adım yol alıp, acele etmeden, sindire sindire, öncelikleri sıralayıp üretimlerini sürdürdüler.

Özentiye, lükse, gösterişe hiçbir zaman kaçmadılar. Gerçek üretime emek harcadılar, alın terlerini gerçek üretim için akıttılar. Tarlaları işlediler, işledikleri ürünleri değerlendirmek, onları geliştirmek, iyileştirmek için bilgi üreten kurumlar ve enstitüler kurdular. Bilim insanları bu kurumlarda ve enstitülerde araştırmalar, denemeler yaptılar. Sonuçlarını bahçeye, tarlaya yansıtarak, bağda, bahçede çalışanlara destek oldular, verimi artırmanın yollarını öğrettiler.

Kendi toprağını, kendi tohumlarını tanıyıp onları geliştirmeye, verimi artırmaya çalıştılar.

Halkın öncelikli gereksinimlerine yanıt veren girişimler ve üretimlerdi bunlar. Her türlü üretime katkı veren kuruluşları destekleyip, gelişmeleri için yol gösterdiler, kösteklemediler. Elden çıkarmayı düşünmeyip, çoğalmalarını sağladılar. Yenilerini kurmaya, üretim alanlarını artırmaya çalıştılar.

Bu üretim yerlerinde halkımız çalıştı. Bu çalışmalarla üretime bireysel katkılarıyla destek oldular, bireysel üretime omuz verdiler, gücümüze güç kattılar.

Üreten insan, ürettiğini görünce ve de “çorbada kendi tuzunun” da olduğunu görünce daha çok inandı, daha çok katkı verdi. Bu katkıları yapmayı yüklenen halk dayanışma ve sorumluluk bilincinin artmasını sağladı. Sorumluluk duyan bireylerin artması, kalkınma bilincini de beraberinde getirmiş oldu.

Çünkü Anadolu tarihin oluşumundan bu yana, araştıran, bulan, buldukları ile deneyler yapan, deneyler sonucu açılımlara ulaşan insanların varlığıyla öne çıkmıştır. İşte Anadolu bu gelişmelerin ışığında zengin birikimleri olan bir yapı oluşumuna sahne olmuştur. Yine bu Anadolu toprakları üzerinde yer alan ülkemiz “Türkiye genetik kaynaklar açısından da dünyada önemli yere sahipti.

Güneydoğu Anadolu bölgesi, buğdayın yeryüzünde ilk kez evcilleştirilip, dünyaya yayıldığı coğrafya olarak uygarlık tarihinde belirleyiciydi. Bereketli hilal idi.” (1)

İşte bu oluşumlara sahip, zor bulduğumuz, kanlar akıtarak elde ettiğimiz bu topraklar, gerek var olan tohumları, gerekse insan kaynakları işlenmeye hazır haldeydi. Bunu gördü Atatürk. Dedi ki, “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır.” Güvendi bu halka, bu güvenle yol alındı.

Yokluk içinde fabrikalar kuruldu, hızlandı üretim. Halka dek uzandı bu üretimler. Yokluk aza indi. Daha çok çalışıldı, uçak yapıldı satıldı başka ülkelere. Osmanlının tüm borçları ödendi. 1938 yılına dek hiç borç alınmadan 48 fabrika kuruldu.

O günlerde halkına güvenen bir önder vardı ve de halkın çok sevdiği yüce Atatürk vardı.

Bu sevgi her şeyi başarmaya yetti.

Mehmet Erbil

ww.mehmet-erbil.tr.gg

 

(1)    Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler, Kırmızı Kedi Yayınları İstanbul 2017, s. 58.

                



ATATÜRK’Ü ANMAK VE ANLAMAK 

Türk Ulusunun yok edilmek istendiği günlerde adı duyulmaya başladı Mustafa Kemal’in. Adım adım yol aldı askeri dehası ışık oldu Anadolu aydınlanmasına. Türk Ulusu geri bırakılmış, yokluk ve sefalet içindedir. Hastalıklar kırıp geçiriyor Anadolu halkını. Öyle ki uygarlık hiç yanaşmamış Anadolu’ya.  Bu günlerde göründü Anadolu’da Mustafa Kemal. İşi zordu. Yolları yokuştu. Yolları taşlı, dikenli yollardı. İlk aşamada, yani 1918 ile 1922 yılları arasında zorlu savaşlardan, manevralardan geçerek yurdu işgal eden düşmana, arkalarında olanları da eklersek düşmanlara gereken dersleri vererek, savaşmış onları yurttan kovarak, denize dökmüştür.

Arkasından Misak-ı  Milli sınırları içinde Türk devletini, Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Yurtta sulh, dünyada sulh diyerek, savaştığı ülkelerle de dostluklar kurmayı başarmıştır. Devlet adamları O’nun ayaklarına gelmeye başlamışlardır. Böyle bir Cumhuriyet gerçekleştirdi Atatürk.

Amaçları arasında ulusunu uygarlık bağları ile çağdaşlaşma yolunda ilerletmeye yönelmiştir. Bu nedenle fabrikalar açtı. Üretim seferberliği ilan edildi. Yerli mallara ağırlık verildi. Okullarımızda yerli mallar haftası kutladık.  Günümüzde yerli mallar haftasını kutlayacak ürün kalmadı, onların yerini ithal ürünler aldı.

Uçak fabrikası kurdu, üretilen uçaklar yurt dışına satılmaya başladı. Çünkü “İstikbal göklerdedir” diyordu. Uygarlık adımlarını atarken hem Osmanlının borçlarını ödedi, hem de üretim yapacak sanayi kuruluşları oluşturdu. Fabrikalar kurdu.

Cumhuriyetin sonucu oluşan bu gelişmelerin arkasından toplumun sosyal alanda gelişmesini sağlayan atılımlar da gerçekleştirildi. Medeni hukukla aile yaşamı düzene sokuldu. Kadınlara eşitlik ilkesi getirildi. Seçme seçilme hakkı verildi.

Kıyafet ve şapka yasaları ile uygarlık yolunun belirleyici adımları atıldı. Harf devrimi özellikle halkın okuma yazmayı daha çabuk öğrenmesi için atılan dev adımlardan biri idi. Halk okuyacak, aydınlanacak, bilim insanları yetişecekti. Yetişti bilim insanlarımız, kurulan üniversitelerimizle bu bilim insanlarına yenileri eklendi.  Büyüdü, alevlendi aydınlanma ışığımız. Çağdaş uygarlık yolunda adımlar atmaya başladık. Daima ileri ilkesiyle yol almayı sürdürdük.  Çünkü;

“Büyük düşündü Atatürk

Çok büyük adımlar attı

Hızı damarlarındaki asil kandı

Bilmedi “gaflet ve dalalet”

Işık oldu, bayrak oldu

Kurdu yüce Cumhuriyeti.

Düşünmedik bizler,

Bilgi üretmedik

Öykündük başkalarına

Atamadık büyük adımlar

Sahiplenemedik, kollayamadık,

Tümden sarılamadık Misak-ı Milliye.”

Oysa ödün vermeseydik ilkelerinden, yolundan gitseydik eğer, oy peşinde koşmasaydık, daha çok yol alırdık. Gönüllerimizde hız olurdu, coşku ve de özlü bir duygu olurdu içimizde. Bizi kimse durduramazdı, yan bakamazdı kimseler bize.

Tembel olduk, çalışmaz olduk, üretmez olduk. Sonucu buydu ülke ürünlerini göz ardı etmenin, zararı çoktu. Sonuçta ithal ürünlere muhtaç olduk.

Dileğim; Atatürk yolunun yeniden yolumuz olmasıdır.

Mehmet Erbil  



Fotoğraf: Alıntı

             ÜRETEN EL TÜKETEN ELDEN ÜSTÜNDÜR

Benim sık sık söylediğim, Fransız düşünür Malraux’un bir sözü vardır: “Uluslar ölmemek için yaratırlar.”

Tükeniş; üretmiyorsan, ektiğini devşirmiyorsan başlamış demektir. Tüm uluslar, varlıklarını sürdürebilmek için araştırıp dururlar. Buluşlar yaparlar ilerlemek için ve de yurttaşlarını bu amaçlar için eğitirler. Hedefleri bilim ışığında ilerlemektir, yeniye bilim ışığında sarılmaktır. Onların laboratuarları bu doğrultuda çalışır, bilim üretir burada çalışanlar. Lafla peynir gemisi yürütmezler. Gerçeği ararlar, gerçeğin peşinde koşarlar. Tek yol göstericileri;” bilimdir, fendir.”

Kısaca onlar akıllarını bilime bağlar, bilime yönlendirirler. Bilim yoluyla köklerini, bulgularını sağlamlaştırırlar. İşin özünü çalışarak, didinerek elde ederler. İşin kolayına kaçmadan araştırıp, deneyerek buluşlar yaparlar, sonuca bu yolla varırlar. Bu varış sağlam temellere dayalıdır. Bu varış başka atılımlara da ortamlar yaratan verilerle bulunmuştur. Bu varoluşçu yaklaşımların özüdür. Varoluşumuzu bulgularla, verilerle, üretimlerle kanıtlayamazsanız sönük bir birey olursunuz. Yararsız, varlıksız, gölge bir insan olursunuz.  Kişilik oluşumu; gelecek için, bilimin ışığında yürümek, üretmek, buluşlar yapmaktan geçen bir olgudur. Bu olgu kişiliğin oluşum sürecini ortaya çıkarır. Deneyimler, araştırmalar bu oluşum sürecinde ortaya çıkar ve gelişerek bireyin kendi verileri haline gelir.

Daha sonra bu bulgular yaratma sürecine dönüşerek, yaşamın yapıcı örgüleri ile bütünleşir. Yapıcı örgüler bireyin, diğer bireylerden farklı oluşunu da ortaya çıkarır, başkaları ve de toplum tarafından önemsenmeye başlar.

Bireyler gibi, toplumlar ve uluslar da, diğer toplumlar ve ulusla arasında önemsenmek isterler. Durup dururken önemsenme olmaz elbet. Uluslar da kendini kanıtlamak, buluşlar yapmak, üretimler elde etmek zorundadırlar.

Notlarım arasında “Sürekli satın alıp, dünyadan bir şeyler eksiltmek yerine, ürettiğin kadar tüket” yazmışım. Bu tırnak içinde yazdığım bir alıntıdır. Konuyla ilgili olduğu için buraya aktarmak gereğini duydum.  Anlam yüklü, sürekli eksilten olmak yerine, en azından “tükettiğin kadar üret” yönlendirmesi vardır. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda, hemen hemen her ailenin ilkesi buydu. Kendi ürettiklerini tüketmeye özen gösterir, öncelik verirdi. Azıcık toprağında, domatesini, biberini, patlıcanını, salatalığını, soğanını yetiştirmeye çalışırdı. Bağı varsa üzüm yetiştirir, üzümü kurur, pekmezini ya da pestilini yapardı. Hele bir de bağında, bahçesinde cevizi varsa keyfi yerinde olurdu. Bunlar aynı zamanda kışlık çerezler olarak maskanlarında (kilerlerinde) yerini alırdı. Okula giden çocukların ceplerine konur veya kış gecelerinde gelen hısımlara ve konuklara ikram edilirdi. Tadı bambaşkaydı o günlerin. Herkes ürettiğince mutluydu, ürettiğince tükettiğinden yana hesabını- kitabını bilirdi.

Çocuklar olarak bizler ve arkadaşlarımız da kendi payımıza düşeni yapardık. Bu günlerde olduğu gibi hazır oyuncakları bulmak olanağı yoktu ve aklımızın ucundan bile geçmezdi. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. Bunları yaparken arkadaşlarımızla yarışırcasına çaba harcar, oyuncağımızı bitirirdik. Biz çocuklar da büyüklerimiz gibi mutluyduk. Çünkü biz de kendi oyuncaklarımızı yapıyor, üretiyorduk.

Kısaca o günlerde her bireyin, kendi yağında kavrulma becerisi ve başarısı vardı, herkes kendi yağında kavrulmaya özen gösterirdi. Bu nedenle; aç gözlülük yoktu dersem, en doğrusunu belirtmiş olurum.

Başka söze gerek var mı?

 

Mehmet Erbil





ÇAĞI AŞMAK GÜCÜ

“Çağına bir şeyler katmayan ulusların, çağlarından yeterince yararlanmaları olanaksızdır.”(1)

 

Bocalamaların nedeni burada araştırılmalı. Geri kalmışlıktan söz ediliyorsa, “yerinde saymak” deyimi kullanılıyorsa, o ülke çağıyla alışverişte bulunmuyor demektir. Alış veriş derken; ekinden, ekonomiden öncelikle söz etmek istiyorum. Önce o ulus kendi yerini, kendi değerini bilmeli, saptamalı durumunu. Nesi var, nesi yok ortaya koymalı, yoklamalı dağarcığını. Kişiliğini yitirmeden, kişiliğinden ödün vermeden, ne alabilir ve de ne aktarabilir başkalarına? Ekinden, sanattan yana ortaya koyabileceği yapıtlar olabilir mi? Bu tür yapıtları oluşturabileceği düzeyi araştırmalı ve bulmalıdır. Bireyler donanımlı hale getirilmelidir. Tüm olanaklar ortaya konarak çalışmalara girişilmelidir. Gerektiğinde olanaklar zorlanarak erişilmelidir hedefe. Tam tekmil ekinle donanmalı tüm ulus bireyleri.

 

Ekin ve sanat yüceltir onları.

 

Arkasından ekonomiye bakmalı. Yeraltı zenginliklerimiz ne yana duruyor. Ulusal kaynaklarımız ivedilikle ele alınmalıdır. Benim toprağım; vereceğini, ilkin bana vermeli. Ben işlemeliyim, ben çıkarmalıyım onları gün ışığına. İşte o zaman her kese karşı söz hakkımız olur. Söke söke pazarlık etme, karşılığında bir şeyler koparma sonucunu elde etmiş oluruz.  Ulus olarak bu gücümüzü kullanmalıyız. Bunu yapan uluslar başkalarına el açmaktan kurtulur.  Hiç olmazsa karşılıklı el uzatmalar söz konusu olur. Yol doğru tutulur, yol doğru izlenir ve de ödün söz konusu olmazsa kendi dediğini yaptırma söz konusu olur. Ulusu oluşturan bireyler, isteğine kavuşma çabalarına girer ve donanımlı oldukları için kazanırlar. Çünkü güçlüdürler onlar. Çaba harcamışlardır, alın teri dökmüşlerdir. Meydana girmiş, meydanı boş bırakmamışlardır.

 

Çalışmıştır, çalışınca da kazanmıştır. Ne demiş atalarımız? “Harmanda izi olmayanın, ekinde de gözü olmayacaktır...  Bu söz, kültürlerini, sanatlarını geliştirme bilincinden yoksun ülkeler için önemli bir doğruyu vurgulamaktadır.”(2)

 

Öyleyse iz bırakmak, kalıcı olmak başlıca sorun oluyor. İzi bırakanlar arkasından ürün toplamak hakkını elde etmiş olurlar. Ürün çokluğu da, bırakılan çalışma izinin derinliği ile orantılı olacaktır elbet. Bunu bilmek, ağırlık koymak gerek girilen her alana. Büyükçe imzalar, büyükçe yapıtlar koymak gerek ortaya. Ki o zaman varsa gelsin diyelim boy ölçüşecek?

 

Yoksa kös kös oturmaktan, Tanrı’ya yalvarmaktan başka bir şey gelmez elimizden. “Deveni önce sağlam kazığa bağla, sonra Tanrı’ya emanet et.” dememişler mi?

 

Sen tut bireylerini sağlıklı, bilgili bir ortam içine yönlendirme, bunun için gerekeni yapma, arkasından da; benim her dalda söz sahibi olmam gerekiyor diye diret. Olmaz öyle şey. Önce sağlıklı bir toplum, önce birikim, önce didinme ve çalışmalar göster, arkasından başarılar bekle.

 

Çalışma ve araştırma yapmadan  “hazıra konmaya çalış.” Nerde o yoğurdun bolluğu?

 

Görüyoruz işte. Yaya kalmışız. “Onlar atı alıp Üsküdar’ı geçeli” çok oldu. Ha gayret , “ zararın neresinden dönülürse kardır” deyip, kolları, paçaları sıvamak gerek. Şöyle bir çevremize bakmak gerek. Olanları, olacakları, olabilecekleri düşünmek gerek.

 

Öykünmek yok. Öykünmenin yanına bile varılmamalı. Ne yaptıklarına değil, nasıl yaptıklarına bakmalı. Arkasından “Biz nasıl yaparız?” demeli.

 

Öncelikle kişilikli, yaratıcı ve özgün çalışmalara girilmeli.

 

Ve gecikmeden herkes kolları sıvamalı.

 Mehmet ERBİL

(1)       Adnan Binyazar, “Ulusal Birikimden Yararlanma”, Milliyet Sanat Dergisi, 08 Kasım 1974, s.17.

(2)       A.g.e.

 


YOKLUKTAN VARLIĞA UZANMAK

Köy Enstitülerinin kuruluşu, İkinci Dünya Savaşının yarattığı yokluk dönemlerine denk gelir. O yıllarda yokluktan var olmak nasıl olurmuş, örneklik edilerek dünya uluslarına gösterildi. Kendi üretimini yapan, kendi kendine yeten bir sistem oluşturulup geliştirildi. Elbet de kolay olmadı.

Kurtuluş savaşından hemen sonra, Anadolu’nun “makus talihi”yle, hastalıklarıyla da baş edilmesi gerekiyordu.O günlerde Atatürk ve arkadaşları inandılar, bu inançla çalışmalarını sürdürdüler. Köy Enstitüleri’nin kurucuları da öyle yaptı. Atatürk ve arkadaşlarının yaptığı gibi; ulusa inanmak, ulusa güvenmek ilkesiyle çıktılar yola… 

Bu çıkış Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi, hatta ondan daha önemli sayıldı ve eğitim savaşı için kollar sıvandı, karşı duruldu karanlıklara. Toprağa su verildi, tohumlar atıldı, aydınlıklar yüklendi genç kafalara… Her şeyden önce cumhuriyet devrimlerine koşut ilerlemelere girişildi. Kısa sürede inanılmaz yollar alındı, inanılmaz engeller aşıldı, inanılmaz başarılar gerçekleştirildi. On yıl gibi kısa bir sürede kimilerini ve kimi ülkeleri korkutacak düzeye eriştiler.

Neydi, kimdi bunlar? Bu güç nereden kaynaklanıyordu? 

O günlerde ne demişti Atatürk?

“Türk Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir.”

İşte işin özünde saklı giz buydu, başarı bundan kaynaklanıyordu. Ulusumuza olanaklar verildiğinde, ona yol gösterildiğinde neler başaracağının en güzel kanıtıydı bu. Yeter ki bu Ulus’un gücü, yararlı ve olumlu işler için yönlendirilsin ve gücünü kullanmasına olanak verilsin.

O zamanlar öyle yapıldı.

Başarıldı.

İvriz Köy Enstitüsü öğrencisi olan Ali Uçan okulda aldıkları eğitimi ve Köy Enstitülerinde görülen eğitim anlayışını kısaca şöyle özetler: “Köy Enstitülerinde tüm öğrenciler değerlidir, her öğrenci bir değerdir. Her öğrenci öncelikle hem kendine yararlı, hem köye yararlı insan olarak eğitilir, yetiştirilir. Bunun için Köy Enstitüleri öğretim programında öğrencinin kendine ve köye yararlı olacağı iş eğitimi  odaklı tüm dersler ve etkinlikler kapsanır.Böylece her öğrenci enstitüde çok yönlü ve işevuruk bir eğitim alarak kendine ve köye en uygun bir iş dalında yetişip kesinlikle en az bir kesere sap olur.” (UÇAN, 2011, s.85) Onlar bir işin ucundan tutacak düzeye gelirler. Bakmayın siz onların alçak gönüllü oluşlarına. Onlar köyün ve köylünün her yönden önderidirler. Öğretmendirler bilgi aktarırlar. Sağlık bilgisi vardır halkın sağlığına öncelikle ilk el atmayı bilirler. Yapıcıdır, ziraatçıdır. Bağ yetiştirir, sebze üretir, meyve ağaçlarından anlar, onlara aşılar yapar. Köye uygun üretim yöntemleri geliştirir, yapı ve onarım işlerinde hem yapar, hem de yol gösterir.

                Kısaca onlar köyün her şeyidir.

            Hasanoğlan mezunu İdris Arslan, “Okulda kendilerine bilgiler yanında, topluma yararlı olacak zanaatları da öğrettiklerini, eğer öğretmen olmasaydı, fırıncı olarak çalışacağını, ekmeğini bu yolla kazanacağını hep söylerdi.”

            Okul elemanlarından boyacı ustası İbrahim Uzoğlu da: “Biz iyi okuyamıyorduk, bizi okuldan atmadılar. Bu zanaatı öğreterek yaşamımızı, boyacı ustası olarak kazanmamızı sağladılar.” Çünkü Köy Enstitüleri insan harcayan kurumlar değildi. İnsana odaklı kurumlardı.

 

Mehmet ERBİL

www.mehmet-erbil.tr.gg




BENİM OKULUM BU!

Ürgüp’teyim. Hava oldukça sıcak. Serin bir yer bulmak için dolaşıyordum. Her zaman uğradığım, gölgelerinde oturup serinlediğim çam ağaçlarının bulunduğu çay bahçesine gittim. Ürgüp Belediyesinin karşısında güzel bir alan. Buluşmak, dostlarıyla söyleşi yapmak isteyen herkes genellikle buraya gelir. Bayram sonuydu. Arkadaşlar da geldi. Bu arkadaşlarım Emrullah Güney ve Mustafa Kaya idi. Her ikisi de dost canlısı, Ürgüp bilgi ve kültürü ile donanmış, araştırma yapmaktan bıkmayan, araştırdıklarını yazıya döken insanlardı. Yine her zaman yaptığımız gibi yazın üzerine, sanat üzerine konuşmaya başladık…  Bu arada çaylarımızı da içiyoruz. Konuşmalarımızın ağırlığını Ürgüp ve çevresinde oluşmuş kültürel konular aldı. Özellikle köylere eşekle kitap götürme konusunu tartışıyoruz. Bir gün önce Kayseri’ye gitmiş, orada görüştüğüm emekli öğretmen Rasim Pehlivanoğlu ve anıları üzerinde duruyorduk. Önümüzde Pazarören Köy Enstitüsü 1947 yılı mezunu Rasim Pehlivanoğlu ‘nun doksan beş sayfalık kitabı var. Kitap Kayseri’de 2015 yılının Temmuz ayında basılmış. Kitabın kapağında bakımlı, güzel bir eşek… Eşeğe yüklenmiş iki “Kitap İare Sandığı” yazan içi kitap dolu olan sandıklar. Köylülere kitap uzatan Karain Köyü Kütüphanesinin kitaplarını bu köye ulaştırmış olan Hacı Bekir Koca ve aldığı kitaplara bakan köylüler.

 Söyleşiye dalıp gitmişken, masamıza bir kişi daha yaklaştı. Önce Mustafa Kaya’ya yöneldi. Önceden tanıştıkları anlaşılıyordu. Bizlerle de tokalaştıktan sonra, Mustafa Kaya ile konuşmaya başladı. Konuşmasını sürdürürken gözleri masadaki kitaba yöneldi. Kitabı eline aldı, uzun uzun inceledi. Kapaktaki fotoğrafa dikkatlice bakmaya başladı. “Ben bu eşeği çok iyi tanıyorum.” dedi. Gözlerini fotoğraftan ayırmadan bakmayı sürdürdü. Gözleri daldı, konuşmasına ara verdi. “Biz köyde bu eşeğin yolunu gözlerdik. On beş günde bir gelirdi köyümüze. Kitap alırdık okurduk. Böylece kitap okuma sevgimiz arttı. Sağlıkçı Ali Koca vardı. Kitapları getiren onun kardeşi ya da akrabası olabilir. Ben ilkokulda okuyordum. Okulu bitirdikten sonra da bu kitaplar sayesinde kitap okumayı sürdürdüm. İlkokuldan sonra okula gidemedim. Ne var ki, bu eşek sayesinde okumayı sürdürdüm. “ Eşekli resmi göstererek; “İşte benim okulum bu!” dedi.

 “Özellikle Bekir Koca yaz ayları dışında gelirdi. Çünkü yazın köyde kimse bulunmazdı. Herkes tarlasında, bağında, bahçesinde olurdu. Bu nedenle kış ayları daha çok gelirdi. Kar, kış demezdi. Ona ve eşeğine çok şey borçluyuz. “

 Bu nedenle olsa gerek, Bekir Koca karda kışta gide gele üşütmüş. Daha sonra da yaşamını yitirmiştir. Bunu Karain köyü Kütüphane kurma derneğinin başkanı olan Rasim Pehlivanoğlu anlatmıştı. Bekir Koca’dan sonra görevi çok çalışkan ve zeki olan Hakkı Alkan devralmıştır.

 Hazım Özata Ortaokulu çok sonraları dışardan bitirmiş. Çok duygulandık. Adı Hazım Özata. Karain köyüne çok yakın olan Tahar(Yeşilöz) köyünden. 1942 doğumluydu. Olgundu, kibardı, saygılıydı. Belli ki çok okumuş, okuduklarından yararlanmıştı. Kedisini kutladık.

 Tüm kitap dostlarına selam olsun.

 
10 Temmuz 2016 Ürgüp

 


 


ATATÜRK IŞIĞI KÖY ENSTİTÜLERİ

 

Atatürk’ün 5 Mayıs 1925 yılında kurulmasına karar verdiği Atatürk Orman Çiftliği’nin kısa sürede yeşermesi büyük heyecan yarattı. 1924’lü yıllarda bugünkü Gençlik Parkı ve çevresi karabulut gibi sivrisineğin uçuştuğu bir bataklıktı. Bu bataklık ancak 1940’lı yıllarda kurutulabildi. İşte bunun gibi bataklık alanlar bu yolla canlandırılmış, olmaz denen yerde ağaçlar boy vermeye başlamıştı. Bunlar görülüp örnek alınması gereken büyük projelerdi. Zaten Atatürk, “Burayı biz ıslah etmezsek, kim ıslah edecektir? Vatan toprakları kutsaldır, kaderine terk edilemez.” (Balbay 2009,s.110) demekle herkesin dikkatini çekiyordu. Büyük adam, ulu önder; topraktan, ziraat ve tarım işlerinden geri durmayacağını böylece göstermişti.  O’nu izleyenler, 1940’lı yıllarda, Köy Enstitülerini kurmaya karar verenler, bu nedenle elverişli olmayan alanları seçip, okullar kurdular. Olmaz denen yerleri yeşertip köylümüze örnek alanlar oluşturdular.                                                                                                                                                 

Hasanoğlan Köy Enstitüsü de böyle bir yerde kurulmuştur. Okulun kurulduğu yer “Keklik Kırı” diye bilinen yerdir. Özellikle seçilmiştir. Bomboş, çıplak bir toprak parçası olan bu alanın ancak bazı yerlerinde ekim yapılabiliyordu.  Bu nedenle burada; Hamurbasan sırtı denen yer, bina yapımları için belirlendi.

Kepirtepeli öğrenci Recep Bulut’un; “… Her taraf çırılçıplak, sessiz ve bomboştu.” (Tonguç,E.2009, s.296) dediği bu alan başta onların çabaları olmak üzere, diğer köy enstitülülerinin katkılarıyla çağdaş bir köye ve bir ormanlık alana dönüşecekti. Öyle de oldu. “Çorak bir yeri yemyeşil etmek, bir bataklığı kurutmak, susuz yere su getirmek, köy enstitülerinde ahlak eğitiminin ta kendisi oluyor, vatan sevgisi, insan sevgisi, bilim sevgisi bu işler içinde kendiliğinden kazanılıyordu.” (S. Eyuboğlu 1973, s.246)

Anadolu’nun çorak toprakları suya kavuşacak, suyla doyan toprak yeşerecekti. Bataklıklar kurutulup ağaçlarla süslenecekti, her tarafta üretim olacak, verim artacaktı. Dağlarda, ovalarda çalışan insanlar bilgiyle, teknolojiyle üretimi artıracak, Ege bölgesi halkının söylediği gibi; Anadolu’nun  “dağlarından yağ, ovalarından bal” akacaktı. Ziraat işlerinde öğrenilen bilgilerle Anadolu köylüsü aydınlanacak, örnek alacağı öğretmenlerden çok şeyler öğreneceklerdi. Dağlarda, kırlarda açan çiçekler boşa açmayacak, arıcılık çalışmaları yoğunlaşarak bala dönüşeceklerdi. Bölgesel özelliklere göre donanımlı yetişen köy enstitülü öğretmenler, kocaman aydınlıklarını yayarak köylümüze yol gösterecekti.

“Köy Enstitüsü kurucularının bir başka ilkesi, her türlü eğitim ve öğretim işine, çevrenin en kötü şartları içinde başlamaktı. Sulak, uğrak, yumuşak yerlerden mahsus kaçıp Enstitüleri en olmayacak diye bilinen yerlerde kuruyorlardı. Böylece iş ve masraf artıyor, zaman kaybediliyor ama öğrencinin gideceği yeri yadırgamaması, her çeşit zorluğu yenmeğe alışması gibi baha biçilmez bir insan değeri, bir öncülük gücü kazanılmış oluyordu. Üstelik okul, hazıra konan, verilenle yetinen bir kurum olmaktan çıkıp yaratıcı, yeşertici bir çehre kazanıyordu. Köy Enstitülerinin en fazla yadırganmış, çatılmış olan kaba sabalığı, ter kokusu, tozu toprağı arkasında işte bu cömert, bu soylu düşünce saklıydı. Kaldı ki bugün Köy Enstitülerini gezenler, ilk durumlarını bilmedikleri için, hepsinin en güzel yerlerde kurulmuş olduğunu sanabilirler.” (S. Eyuboğlu 1973, s. 246)  Eyuboğlu haklıydı. Okulların gelişmiş, büyümüş halini görenler hep böyle sandı. Oysa yılların çabası, öğrencilerin, öğretmenlerin bitmez çalışma gücü bu hale getirmiştir. Örneğin; Arifiye Köy Enstitüsü’nün yeri diz boyu çamuruyla bataklık bir yerdi. Sivrisineklerle yaşanmaz bir ortam halindeydi. Köy Enstitülü öğrenciler burayı da; yaptıkları binaları ve diktikleri ağaçları ile yaşanır hale getirip, okul haline dönüştürmeyi başardılar.

Susuz, ıssız, çıplak Kepirtepe bozkırında kurulan Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrenci ve öğretmenleri, toprağın gevşek bir yapıda olması nedeniyle bina yapımlarında çok zorluklar çektiler. Temellerin sağlam olması için, oldukça geniş ve derin temel kazıları yapmak zorunda kaldılar. Onlar kazdıkça gevşek olan toprak kazılan yerler yıkılıp geliyordu. Bu koşullarda sürdü binaların yapımı. Su için yaklaşık 100 metre derinliğinde iki artezyen kuyusu açıldı. Su bulunmuştu ve Kepirtepe de yeşermeye hazırdı. Kepirtepe’ye suyu sağlayan kuyuya okul müdürü Nejat İdil’in adı verilerek “İdil Suyu” denmiş, çabası saygıyla karşılanmıştı.

Pazarören Köy Enstitüsü, 1567 m yüksekliğinde olan Pazarören düzlüğünde kurulmuştur. Kayseriye 81, ilçeye 29 km uzaklıktadır. Ortasından Zamantı Irmağı geçmesine karşın, bu ırmak sulamada kullanılamamıştı. Pazarören toprağı ekime uygun olmayan ve çevrede hiç ağaç bulunmayan yaklaşık 30 haneli bir köydür. Bu köyde ilkel bir hayvancılık ve tarım vardır. Kısaca burada, bu olumsuzluklar içinde kurulan Pazarören Köy Enstitüsü; ulaşım, sağlık, iklim, çevre koşulları, iletişim açısından yokluklar içindeydi. İşte Pazarören bu ortamda doğmuş ve yeşermiştir. Emeği geçen köy enstitülü öğrencilerinin bitmez, tükenmez çabası, onların çalışma gücü başarıyı da getirdi. Yılmadılar Köşkerler dağından içme suyu getirdiler. Banyo ve tuvaletlerde sular akmaya başladı. Çevre aydınlatması için üretecek (Jeneratör) sağlandı. Daha önceleri aydınlanmada kullanılan gaz ve lüks lambalarına, gemici fenerlerine gereksinim duyulmadı. Okul büyüdü, binaları, laboratuarları çoğaldı. Bir bilim yuvası oldu.

 Bu güç, yorulmak bilmeyen bu çalışma yeteneği nerden kaynaklanıyordu? Birden bire ne olmuştu da bilimsel bir imece başlamıştı? Köy çocukları ne oldu da boylarından büyük bu işlere kalkıştılar? Bu; ulusumuzda var olan yaratıcı güçten kaynaklanıyordu. Bunu ilkin Atatürk sezdi ve değerlendirdi. Ulusuyla kol kola, omuz omuza verip kafa tuttu yedi düvele. Yetmedi, ulusumuza Cumhuriyeti, Cumhuriyet Devrimlerini sundu. Ulusumuz da O’na Atatürk dedi. Türk’ün Atası dedi, kol kanat gerdi. Böyle olmasaydı, halkın gücünü sezmeseydi niceydi halimiz? Söylemeye gerek yok. Bilirsiniz.  

İşte Atatürk aydınlanmasına gönül veren aydınlar, cumhuriyetin temel taşlarına sahip çıkanlar yola devam etti. Aydınlanma yolunda adımlar atmayı sürdürdüler. Bunlardan ikisi Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tu. Bunlar Köy Enstitülerinin oluşumunu gerçekleştirirken, ulusun uyuyan gücünden yararlandı. Uyandırdılar onları, kişiliklerini kazanmalarına ortam hazırladılar, ışık tuttular onlara, onları canlandırdılar. Onlara güvenip okullar açtılar. Bu nedenledir ki Tonguç; sık sık köy enstitülerinin “… ulus enerjisinden doğmuş” (Tonguç,E. 2009,s.574) kurumlar olduğunu söylerdi.

Oldukça büyük başarılar elde ettiler. Başarılı olmakla kalmadılar ve bu sistem dünya eğitim tarihinde şerefli yerini aldı. Bu başarı; ulusun gücüne inananların başarısıydı, bu Atatürk çizgisinin sürdürülmesi halinde başarılı sonuçlar alınacağının göstergesiydi.  

Öyleyse Türk Ulusu’nun genlerinde var olan “çalışkan” ve “zeki” olmak niteliklerini yeniden kavramalıyız. Özlediğimiz başarılara ulaşmak için, alacağımız yolu bu niteliklerle donanmış olarak sürdürmeliyiz.  

Biline ki; Atatürk ışığı, Atatürk çizgisi de yolumuzu sonsuza dek aydınlatacaktır.

Mehmet Erbil


 

 

(Fotoğraf: İşte Atatürk ve Mehmet Erbil arşivinden-Düzenleme: Şahin Ceylan)

ANITKABİR’DE HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ ÖĞRENCİLERİNİN ALINTERİ
Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencilerinin yaptığı derslikler ve diğer yapılar arasında yaklaşık 17 yılım geçti. Bu yılları dolu dolu yaşadım. 1941 yılında başlanıp, 1942 yılında tamamlanan dersliklerden birini 1973 yılında özüne dokunmadan, yapı özelliğini koruyarak resim ve iş dersliğine dönüştürdüm. İlk yıllarda 5 derslik yapıldı. Yapılan bu 5 yapı, çadırlardan sonra köy enstitüsü öğrencilerine sıcak bir yuva olmuş, üstü derslik, toprak seviyesinden altta olan bodrum bölümü de yatakhane olarak kullanılmıştı. Bu yapıları Kepirtepe, Pazarören, Çifteler, Gölköy ve Akçadağ Köy Enstitüsü’nden gelen eğitmen, öğrenci ve öğretmenlerden oluşan 30 kişilik ekipler 20-25 günde yapmışlardı. Bir yarış içinde, güle oynaya başarmanın tadını alarak çalışmış, eğitim yapıları oluşturmuşlardır. Ben bu ekiplerin yaptığı yapılarda ders gören, bu yapılara ek olarak yapılan diğer yapılarda alın teri olan 1950 yılı mezunları ile zaman zaman birlikte olmak şansına sahip oluyorum.
Çok güzel anıları var. Bu anıların tümünü hemen anımsayamıyorlar. Ancak onlar yarenlik ettikçe, söyleşileri derinlere daldıkça bazen anımsıyorlar ya da konuşmalar sırasında o günlerde olmuş ya da olabilecekleri, bilgilerinizin ışığında sormayı başarabilirseniz anımsayabiliyorlar. Ve o an yaşadıkları mutluluklarını anlatmanın olanağı yok. Bu anlarını görmeniz ve yaşamanız gerek. O anda o günlerde ki gibi gözleri pırıl pırıl, neşe içinde gülüp coşuyorlar, yeniden çocuk ve de gençlik yıllarına dönüyorlar.
“Onlar yıllardır bir araya gelirler, yarenlik ederler, söyleşirler Ankara Başkent Öğretmenevi’nde. Okul yılları bir bir geçer gözlerinin önünden. O yılları yeniden yaşarlar. Hele geçen yıl kaybettiğimiz, önce okuldan arkadaşları, sonra da müzik dersi öğretmenleri Mesut Ayken’le buluşmalarını hiç unutamam. Mesut Ayken; öğretmeni Ruhi Su’nun söylediği ezgilerle coşar, onlar da O’na eşlik eder, ezgiye sesleriyle yeniden can katarlar: “Koca Beyim çok yerleri gezmişem, Nice nice olayları görmüşem,”
O an kendilerini Hasanoğlan’da Müzik Dersliği’nde sandıklarını görür gibi olurdum. Ancak bu birliktelik uzun sürmedi. Yeni buluşmalarda Mesut Ayken aralarında olamadı. O’nu 27 Şubat 2012 yılında kaybettik. İşte onlar her toplantılarına böyle yürekleri çarparak gelirler. Aramızdan ayrılan olmasın diye düşünür dururlar.”(1)
Bu burukluk içindeyken bir söyleşide; “Sait Bozkurt öğretmen 1948 yılında Anıtkabir inşaatında sınıf olarak çalıştıklarını, o gün duyduğu heyecanla anlatmaya başladı. “3 B sınıfının başkanıydım. O günlerde Anıtkabir yapılıyor. Aklıma geldi, biz de gidip bu inşaatta çalışmalıyız dedim. Yapı Başı Mustafa Güneri öğretmene giderek Anıtkabir inşaatında sınıfça çalışmak istediğimizi söyledim. Heyecanlandı. “Dur.” dedi. Gitti. Yönetimden izin aldı, kumanyalarımızı hazırlattı ve bir Pazar günü sınıfça Ankara’ya giderek Anıtkabir inşaatında çalıştık. Oraya bizim de bir katkımız olmuştu. Çok mutluyduk. Hala da mutluluk duyuyoruz.” diye ekledi.”(2)

Aradan zaman geçti. Sık sık bir araya gelmelerine yaşları engel oluyordu. Fırsat buldukça, güneşli ve serin günlerde kendilerini iyi hissedince birbirlerini arayıp toplanma kararı alırlar. İşte böyle bir araya geldiklerinde Ali Şahin öğretmen heyecan ve duygu dolu sözlerle anlatmaya başladı:
“1948 yılında Anıtkabir inşaatına Hasanoğlan’dan trene binerek Ankara Garı’nda indik. Azıklarımızı bir kuşak içinde belimize sarardık. Böylece belimizde sarılı kuşak içindeki azıklarımız ve omzumuzdaki kazma ve küreklerle Ankara Garı’ndan yürüyerek Anıtkabir inşaat alanına gelirdik. O günlerde “Bayrak Direği” gelmişti Amerika’dan. Orada yaşayan bir Türk İş adamı kendi fabrikasında yaptırmış. Çevre henüz düzeltilemediği için yol yok. Bu nedenle bayrak direğinin dikileceği yere direği çıkarmayı başaramamışlar. Tepe olan bölümün yolu çok dik, düzeltilmesi gereği var. Kamyonlar bu dik yokuşlu tepeye tırmanamamış. Yetkililer, Hasanoğlan Köy Enstitüsü yöneticilerinden yardım istemiş ve belirli günlerde kafileler halinde trenle Ankara’ya öğrenci taşınmıştır.” Yaz çalışmasında olan öğrenciler hem çalışmaktan geri kalmamış, hem de böyle bir inşaatın oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Onlar yapı konusunda da eğitim aldıklarından hiç zorluk çekmemişlerdi. Bu çalışmayla gönüllerinde yer etmiş olan Atatürk sevgisi, iş yapma eylemleriyle pekişerek daha da güçlenmiştir. Çünkü onlar bilirlerdi ki, “Şimdi sözden çok iş zamanıdır.” Öyle de yapmışlar, yaparak, üreterek başarıya ulaşmışlardır.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Yapı Başı Mustafa Güneri o günlerde öğrencilere “Tam 800 kişi ile çalışmalara destek verdik. 400 kişi kazma, 400 kişi de küreklerle geldik.” demişti. Ali Şahin öğretmen; “ Bayrak direğine kadar olan yolu düzelterek, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri olarak biz yaptık. Bu yaptığımız stabilize yol bayrak direğinin yerine değin çıkarılabilmesini sağlamıştır.” Oluşturulan bu toprak yol, diğer yapı araç-gereçlerinin de kolayca yapı alanlarına ulaşımını da kolaylaştırmıştır. Kısaca Hasanoğlan’dan gelen öğrenciler toprak zeminlerin hafriyatı ve düzeltilmesi gibi işlerin yapılmasına da yardımcı olmuşlardır. Bu nedenle Ali Şahin öğretmen sevinçli bir yüz a ifadesi ile: “Bizler tarihi yaşadık, tarih olduk.” demekten kendini alamıyor.
“Evet bizler tarihi yaşadık. Torunlarımı bu yoldan Anıtkabir’e götürürken çalışmamızı anlatıp, “Bu yolun alt yapısında benim ve arkadaşlarımın emeği ve alın teri var” diyorum. Torunlarım sevinçle yüzüme bakıyor ve gurur duyduklarını söylüyorlar.”
Değerli öğretmenim bizler de sizlerle gurur duyuyoruz. Anıtkabir’de Hasanoğlan’ın alın teri de var demekten kendimizi alamıyoruz. Sizlere sağlıklar, ebediyete göçmüş arkadaşlarınıza rahmetler diliyoruz.
Sağ olun, sağlıkla sürsün yaşamınız.
Öğretmenim; siz ve arkadaşlarınız, hem eğitim tarihine imzalar attınız, hem de o günlerin inşaat mühendisleri gibi yetişerek, bilinçli katkılarınızla Anıtkabir’de çalışmalara katıldınız. Emeğiniz ve de akıttığınız terler unutulmaz. Bu emek ve ter, sizlerin Atatürk çizginizin kanıtıdır.
Emeklerinize sağlık.

Mehmet ERBİL


www.mehmet-erbil.tr.gg


(1) Mehmet Erbil, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Öğrencilerinden Bir Demet, Edebiyat Defteri.com (23-10-2013)
(2) A.g.e.

 


KÖY ENSTİTÜLERİNDE SANAT VE KÜLTÜR



Aşık Veysel(ortada), resim öğretmeni Nevzat Akoral(sağda)ve Veysel’in yardımcısı İbrahim(solda)

Hasanoğlan’da Hasan Deresi içinde bulunan Hitit Kabartması, bu bölgede Hitit kalıntılarının varlığını kanıtlıyordu. Daha yukarılarda bulunan kaya oyuklarında ise o günlerde yaşamını sürdüren insanlar olduğunu anlatır gibidir. Ancak bugünlerde taş ocakları arasında kaldılar ya da yok oldular.

Ayrıca Hasanoğlan’da eski köyün bulunduğu alan bir höyüktür. Yıkılan önceki yerleşimlerin üzerine köy kurulmuştur. Buralarda açılan temel kazılarında, küçük kullanım eşyaları parçalarına sık sık rastlanmaktadır. Çevrede bulunan arkeolojik buluntular ise köyde ve okulda sergilenmeye başlamış, koruma altına alınmıştır.

1978 yılında kuruluş çalışmalarına başladığım okul müzesi, köyün dikkatini çekmiş ve çevrelerinde bulunan bazı parçaları okula getirip müzeye konmak üzere teslim etmişlerdir. Ya da köyün sokaklarında yer alan bazı buluntuların okula getirilmesine yardımcı olmaktan büyük bir zevk almışlardır.

Hasanoğlan’da Köy Enstitüsü kurulduktan sonra, köyün sanat ve kültür düzeyinde oldukça belirgin gelişmeler görülmeye başlanmıştır. Enstitüde her fırsatta halk oyunları oynanır, sabah sporlarında halkalar oluşturulup halaylar çekilir, hep bir ağızdan türküler söylenirdi. Bu nedenle halk ezgileri ve halk oyunları onların yaşam biçimine dönüşmüştü. Aşık Veysel’den Muzaffer Sarısözen’e dek halk türküleri ustaları Hasanoğlan’da yer aldılar, konserler verdiler. Muzaffer Sarısözen yönetimindeki Ankara radyosu yurttan sesler topluluğu Hasanoğlan Açıkhava Tiyatrosunda çok konserler verdi.

Bunların canlı tanığı olan, Hasanoğlan’da yıllarca okul müdürlüğü yapmış Kemal Üstün;

“Günümüzde her yerde benimsenen ve beğenilen Millî Oyunlar, ve Halk Türküleri; Köy Enstitülerinin yöreden yöreye taşıdığı hareketler, yaydığı seslerdir. “... Bu öncülüğü köy çocukları ve enstitüleri yapmıştır. Şimdi,
millî oyunlarımızın yurt içinde bizi bize; yurt dışında da bizi yabancılara tanıtmada büyük rolü bulunmaktadır. Artık halk türküleri ve millî oyunlarımız okul programlarında yerini almakta ve bir eğitim değeri kazanmış bulunmaktadır...” (1)

Köy enstitüsü öğrencilerinin gösterilerini izleyen Hasanoğlan halkı ve gençleri, zaman zaman oyun ve gösterilere kendileri de katılmıştır. Hatta bununla yetinmeyip kendilerinin hazırladıkları gösteri ve temsilleri, o günlerin okul yemekhanesi ya da Açıkhava Tiyatrosunda sergilemekten geri kalmamışlardır. Bu dayanışma ve kültür akışı, köyün okur-yazar oranında da artışa neden olmuştur. Köy meydanında yapılan Ulusal Bayram kutlamaları halkın konuşma, şiir okuma ve gösteri yapma yönünden bilgiler kazanmasına neden olmuş, sosyal gelişimler içinde olmaları sağlanmıştır. Bu toplumsal gelişme adımları, köye ayrı bir canlılık katmıştır.

Bilindiği gibi “Köy Enstitüleri” savaş yılları içinde oluşmuştu. Birçok sıkıntılar ve yokluklar yaşanıyordu. Köyler ve köy halkı yokluk içinde kıvranıyordu. Öğrencilerin sıkıntıları da giderek artıyor, bazen ekmek bulmakta sıkıntılar yaşanıyordu. Onlar bundan yılmıyor, köy halkının çilesini ve kendi sıkıntılarını şiir, öykü ve oyun haline getirmeyi de ihmal etmiyorlardı.

İşte güzel bir örnek:

İvriz Köy Enstitüsü’nü, “1944 yılı baharında zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, okulu ziyaret ediyordu. Gece onuruna bir eğlence yapıldı. Programın ağırlığı bir piyeste toplanıyordu. Piyes, İhsan KOŞAY adlı bir öğrenci tarafından kaleme alınmış (ÖĞRETMEN) adını taşıyordu.” diye anlatan okul müdürü İsmail Safa Güner, oyunda geçen olayı devamla şöyle anlatır;

“Köyde tifüs hastalığı görülmüştür, öğretmen tifüsün belirtilerini saptadığı için ilin Sağlık Müdürlüğüne bildirmeyi görev saydığından hemen bir bildirge yazarak köyün bekçisi ile merkeze göndermeyi planlar. Bir yandan da hastanın kontrol altına alınması önlemlerini düzenler. Bu arada hasta sahiplerine de hastalığın tifüs olabileceğini ve çok bulaşıcı bir hastalık olduğundan dikkatli bulunulması gerektiğini öğütler. (TİFÜS) sözcüğünü köylüler (OFİS) olarak anladıklarından çığlıklar atarak dövünmeye başlarlar. O yıllarda Toprak Mahsulleri Ofisi yeni kurulmuş ve köylülerin tahıllarını rızaları olsa da olmasa da, almaktadır. Bu alımlar öylesine ölçüsünü aşırır ki bazen, yıllık yiyecekleri de ellerinde kalmazdı. Bu nedenle köylüler Ofis sözünü korkunç bir bela bilmektedirler.” diye devam eder. Savaş dönemlerinin kıtlığa karşı, gelecek günlerde sıkıntı çekilmemesi için yapılan bu toplama işlemi, bir devlet kuruluşunu vatandaş gözünde bu hale düşürmüştü.

“Köylülerin bu çığlıklarına şaşıran öğretmen durumu yeniden açıklayıp onları rahatlatmak ister. Bu kez tek tek konuşarak (TİFÜS) kelimesini anlaşılır biçimde seslendirir. O zaman köylüler geniş nefesler alarak çok şükür çekerler. "Biz de (OFİS) sanmıştık, tifüs ise bir şey değil" deyip rahatlarlar.” Köylünün ölüme neden olacak bir bulaşıcı hastalığı halk deyimiyle “ehveni şer” olarak görmesini gülmeceyle anlatır.

“Bu oyun Bakanı can evinden vurmuştur. Oyunun yazarını ve sahneye koyanını ve oyuncularını ayrı ayrı kutlar. Enstitüden ayrılıp kesimi dolaşırken Mersin’de yapılan bürokratlar toplantısında onlara karşı yaptığı konuşmada:

(Aklınızı başınıza toplayınız, bizim çocuklar ofisi, tifüs’ten
daha tehlikeli saymaktadırlar.) dediği öğrenilmiştir.” (2) Sanat buydu, iletilmek isteneni, köylünün çektiğini anlatmak ancak bu kadar güzel olabilirdi.

Daha doğrusu sanatın gücü buydu. Anlatılacakları anlatır, hem de can evinden vururdu.

Bu nedenle şimdi de sanatı can evinden vurma çabası içinde olanlar var.

Olsun. Sanat ne eder, ne yapar bir yerde, bir yerlerde, sözlerde, dizelerde, oyunlarda, gülmecelerde yerini bulur.

Yerini bulur ve de halkın anlatımında, halkın bilincinde yayılır gider.

Çünkü sanat bire kırk veren, bire yüz veren. bire bin, bire dört bin veren,bire on bin veren bir gücün adıdır.

Bu nedenle sanat tükenmez.

Mehmet ERBİL

 

Hasanoğlan'da iz bırakanlardan Nevzat Akoral
Hasanoğlan'da iz bırakanlardan Nevzat Akoral
 

Nevzat Akoral öğrencisi ile Kanuni büstünü yapıyor 1957 (M.Erbil arşivi)

Nevzat Akoral, Manisa’nın Karaoğlanlı köyünde 1926 yılında doğmuştur. Turgutlu’da ilk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdi. !949 yılında mezun olunca Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü resim öğretmenliğine atandı. Buradan da 1956 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne ataması yapıldı. Oldukça verimli çalışmalar yaptı. Öğrencileri ile sanatsal anlamda uyum içinde çalışıp yapıtlar ortaya koydu.

1960 yılında kazandığı eğitim bursu ile Amerika Birleşik Devletleri’nin İndiana Üniversitesi’nde grafik dalında çalışmalar yaptı. 1962 yılında yurda dönünce Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümüne atandı. Burada çok sayıda resim öğretmeni ve sanatçı yetiştirme çabalarına arkadaşları ile birlikte ortak oldu. Bu çabası emekli olduğu 1976 yılına dek sürdü.

Sanatçı olarak aydınlatma ve örnek olma görevlerini sürdürdü. Açtığı sergilerle sanat eğitimindeki etkinliğini, ürettiği sanat yapıtlarıyla da ortaya koydu. Öğrencilerine ve sanat çevrelerine yol gösterici oldu.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nde ondan ders alma mutluluğuna eriştim. Sevecenliği, konulara yaklaşımı beni oldukça etkiledi. Severek ve de coşkuyla verdiği çalışmaları yaptım. O’nun ve diğer öğretmenlerimin sanat aktarımları ile kendimi yetiştirmeye çalıştım. Mezun olunca da öğretmen okullarına atandım. İkinci görev yerim Hasanoğlan Öğretmen Okulu idi. 1973-74 öğretim yılında burada göreve başladım. Çok sık etkinliklerin yapıldığı sinema ve konferans salonuna girdiğimde hayretler içinde kaldım. Tam karşımda iki adet dev mozaik pano vardı. Yaklaştığımda heyecanım daha da arttı. Bunlar öğretmenim Nevzat Akoral’ın imzasını taşıyordu. Demek ki öğretmenimin çalıştığı okula gelmiştim.

Bu salonda yapılan her etkinlikte, salonu dolduran 1400 kadar öğrenci gelir sandalyelere oturur, bu mozaikleri usanmadan izlerlerdi. Bu izleme hiç abartmadan söylüyorum, her kez aynı coşku ve heyecanla sürerdi. Şimdi Hasanoğlan’dan mezun olmuş hangi öğrenciye sorarsanız sorun, o mozaikleri anlatmakla bitiremezler. Çünkü o mozaikler adeta zihinlerine kazınmıştır.

Ne var ki o mozaikler şimdi sahipsiz. Sahipsiz olduğu için de bakımsız. Soldaki mozaik duvar yarıldığı için, nerdeyse yarısı dökülmüş halde. Dökülen parçaları kapanın elinde kalıyor.

Sanata ve sanatçıya yapılan en büyük saygısızlıktır bu.

Öğretmenim Nevzat Akoral benim internet ortamında paylaştığım bu mozaikle ilgili fotoğrafı görünce çok üzüldüğünü ve gözlerinin dolduğunu anlatmadan edemedi. Dolu doluydu. Çok üzgündü, sağlığı elverse, koruma kurulu da onay verse, gelip onarmaya çalışacaktı.

Sanatçı duyarlığı buydu.

Hasanoğlan’da Türk büyükleri büstleri vardır. Bunlardan 5 tanesi ilk yönetim yapısı karşısında yer almaktadır. Kimlerin yaptığını bilmiyoruz. Ancak kalıplardan dökümlerinin, Hidayet Gülen ve öğrencilerince yapıldığını biliyoruz. İlk yılların sanat coşkusunu içeren bu büstlerin, İstanbul’dan Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun bir vagon dolusu yolladığı heykel ve firizlerin bir bölümü olduğunu söyleyebiliriz.

Daha sonra ise Atatürk Parkı içine, yol kenarındakilerden biraz daha küçük boyutlu olan büstler yapılıp konmuştur. Yıl 1956-1957’li yıllardır. O zamanlar okul müdürü Kemal Üstün'dür. Okulun resim öğretmenlerinden biri de ressam Nevzat Akoral'dır. Bir gün gördüğüm bir fotoğraf beni Nevzat Akoral'a yöneltti. Hocam bir öğrencisiyle sözünü ettiğim büstlerden birini yapıyorlardı. Kendisine sorduğumda, Atatürk Parkı'ndakileri bir öğrencisi ile birlikte yaptığını söyledi. Bu öğrencisinin çok yetenekli ve adının Ahmet Aksakal olduğunu -tam anımsamadığını belirterek- anlattı. Öğretmen ve öğrenci gücü buydu. Hasanoğlan’ın mayasında bu güç her zaman vardı. Yaparak, yaşayarak öğrenmek esastı. Ve de onlar yaptılar. Akoral öğretmen; yaptırarak, yaşatarak öğretiyordu.

Bu park sonradan havuz ve yollarla güzelleştirildi. Ağaçlar ve süs bitkileri dikildi. Öğrencilerin dinlenebileceği bir alana dönüştürüldü.

Böylece Atatürk parkı yolları ve havuzu ile öğrencilerin uğrak yerlerinden biri oldu. Bazen oturup kitap okudular, ders çalıştılar. Bazen de kozalakları top yapıp oynadılar. Eğlendiler birbirini kovalayarak. Çocukluklarını tümüyle yaşadılar.

Hasanoğlan’da okuyup da; bu Atatürk parkında, bu büstlerin önünde, bu büstlerin yanında fotoğraf çektirmeyen öğrenci yok gibidir.

Emeği geçenlerin ellerine sağlık.

Araştırmalarım sırasında bir başka fotoğrafla da gören gönlüyle tanıdığımız, türküleriyle Anadolu’ya bağlandığımız Aşık Veysel ve öğretmenim Nevzat Akoral’a ulaştım. Ortada Aşık Veysel, sağda ressam Nevzat Akoral, solda da Aşık Veysel'in yardımcısı İbrahim var. Aşık Veysel o zamanlar okulda saz dersleri vermektedir, sazın “usta öğretici”sidir. Ocağından yurdundan uzaktır. Hasretlik vardır. Hasretlik vardır ama O; hasretliğe özgü gül dikmektedir Hasanoğlan'da. Saz ustası ikisi oturmuş yarenlik ederler. Yarenlik saz üstünedir, türküler üstünedir elbet. Yürekleri mızrap gibi değer sazın teline. Söyler de söylerler. Dertleşirler türküler üstüne. Yeri geldiğinde Akoral öğretmen de güzel vurur sazın teline. Renk söyler, biçim söyler. Resimlerinde yaptığı gibi.

Anadolu’dur ortak yanları. İkisi de Anadolu’yu işlerler. Aşık sazı ve sözüyle işler, Akoral biçim ve renkle.

Bu nedenle Aşık Veysel’i saygıyla anıyorum.

Akoral hocama da sağlıklı ve de sanat dolu nice yıllar diliyorum.

 

Mehmet ERBİL
 

 

"ŞİMDİ SÖZDEN ÇOK İŞ ZAMANIDIR"
"Şimdi sözden çok iş zamanıdır"

 

2008 YILINDA YANMASINA ENGEL OLUNAMAYAN KÖY ENSTİTÜSÜ DERSLİK YAPISI

 

Köy enstitülerinin kuruluş felsefesi iş ilkesine dayanır. Atatürk’ün “Şimdi sözden çok iş zamanıdır.” özdeyişine koşut; Sabahattin Eyuboğlu da “Tonguç’un ve devrimci Batı eğitimcilerin öne sürdükleri okulsa üreterek öğreten okuldu. Bu okulda iş sözden önce gelir; öğrenciye bilgi verilmez, öğrenci bilgiyi alır…”(1) demektedir. Bu anlayışta söz yok, uygulama var… Uygulama ile öğrenme, öğrendiğini pekiştirme var. Bu nedenle bir yandan dersler verilirken, ağırlıklı olarak iş içinde öğrenme ve yapmaya dayalı eğitim anlayışı ile geliştirilir köy enstitüleri. Uygulamalar ilerledikçe yapılacakların neler olacağı belirginleşir, somutlaştırılarak, uygulanacak programlara dönüştürülürdü. Yaparak, üreterek, gerektiğinde araştırarak sonuca ulaşma yeğlenirdi. Ki bu yol başarıyı sağladı, dünyaya örneklik etmeye varan bir eğitim anlayışını ve atılımını da gerçekleştirmiş oldu.
 
Hasanoğlan Köy Enstitüsü de bu anlayış ve atılımla gerçekleştirildi. Kısa sürede yüzlerce yapı yapılıp küçük bir kasabaya dönüştürüldü Hasanoğlan. Burada öğrenciler yıllarca bu kendi yaptıkları yapılarda öğrenim görüp, barındılar. Ağaçlar dikip meyvelerinden yediler. Oluşturdukları sebze bahçesinde yetiştirdikleri sebzeleri mutfaklarında yemeğe dönüştürdüler. Okulu ve çevresini ağaçlarla donatıp küçük bir orman oluşturdular.
 
Bu okulda bir süre çalışma fırsatı buldum. O yapılarda gezindim, o yapılarda ders yaptım. Buralarda ter dökenlere, emeklerini severek yapılara katanlara hep saygı duyarak oralarda yaşadım. Buradan ayrıldıktan sonra da Hasanoğlan’dan kopamadım, zaman buldukça da gittim.
 
Yine 06 Temmuz 2008 tarihinde “Mezunlar günü” için Hasanoğlan’a gitmiştim. Her yıl düzenli olarak katıldığım bu birlikteliğe güle oynaya katılmak istemiştim. Açıkhava tiyatrosu eski günlerdeki coşkusunu yaşıyordu. Gelen öğrenciler birbirine sarılıyor, kucaklaşıyor, yirmi, yirmi beş hatta otuz yıl öncesini yeniden yaşamak ister gibi coşuyorlardı. Bu sahneler görülmeye değerdi.
 
Ben Hasanoğlan’a her gelişimde, resim atelyesine dönüştürdüğüm dersliğe giderdim. Hani derler ya; “keşke gitmez olsaydım.” Aynen öyle oldu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Atelye yanmış, yazı tahtasında duran yazım kül olmuş, tahtanın iskeleti görünüyordu. Daha geçen yıl, o yazıları yazdığım dönemde öğrenci olan arkadaşlarımın yazı tahtası önünde çocuklarıyla birlikte fotoğraflarını çekmiştim. Neşeliydik, şendik. Çünkü 1982 yılından bu yana, yazdığım o yazılar yazı tahtasında duruyordu. Kimseler silmeye, bozmaya kıyamamıştı. Ne var ki, bu yıl o binaya tümden kıymışlar, o yapıyı koruyamamışlardı. Yapı nasıl olduysa çıkan yangında yanmıştı.
 
Evet, Hasanoğlan’da etkinlik düzenleyenler, Hasanoğlan’da söylemlerle yetinenler… Size sesleniyorum. “Ne zaman iş yapacaksınız? Ne zaman söze son verip, eylemlerinizle yapıları korumayı gerçekleştireceksiniz?” Biliniz ki, halk deyimiyle “Lafla peynir gemisi yürümüyor.” Bunun anlamı “lafla yapılar korunmuyor.” demektir.
 
2009 da da bu yapının benzeri bir derslik daha yanmıştı. Böylece 1941 yılında köy enstitülü öğrencilerin yaptığı bu iki derslik yanarak ağır hasar görmüştü.
 
Bu yanan iki bina köy enstitüleri öğrencilerince o yokluk yıllarında yapıldı. Araç-gereçleri öğrencilerin sırtlarından, omuzlarından geçti. Harçları, onların alın terleri ile karıldı. Onlar; özveri ile çalıştılar, yılmadılar, yorulmadılar binaları bitirdiler.
 
Yani onlar laf üretmediler... Onlar iş ürettiler, bina yaptılar. Hiç yıkmadılar, hiç yakmadılar, hep yaptılar. İçinde okumak, okuyup adam olmak, okuyup ülkeyi karanlıktan kurtarmak için çalıştılar. Yirmi günde yapı oluşturdular. Bu günlere dek uzanan EĞİTİM ANITLARI yaptılar. Sizler yıkasınız, sizler yakasınız diye değil, daha iyisini yapasınız diye çırpındılar, ter döktüler.
 
O yıllarda bu terlerden korktular.
 
Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencilerinin “… su çıkmaz denen kıraç dağlarda su bulup kendi döktükleri borularla bu suyu köye ve enstitülerine getirmeleri, bu sudan elektrik çıkarmaları sevinç yaratacak yerde kuşku yarattı.” (2) diye yazıyordu Sabahattin Eyuboğlu. Haklıydı. Onlar iş yaptılar, su getirdiler, elektrik ürettiler, bilimle, fenle uğraştılar.
 
Ve de onlar hiç yılmadı. Sözden çok iş ürettiler. Ürettiler… Ürettikleri yapılar içinde ders yaptılar. Ürettikleri yapılar içinde bilimsel tartışmalarla sorunlara çözümler aradılar, çevrelerinde araştırmalar yapıp, bilimsel incelemelerde bulundular.
 
Kısaca onlar hiç durmadı; bilgi ürettiler, salt bilgi üretmekle yetinmeyip piyesler yazdılar, yazdıkları piyesleri oynadılar. Ardından öyküler, şiirler yazdılar… Sözün özü onlar çalıştıkları gibi çok okudular, çok yazdılar…
 
Çoğu şair oldu, yazar oldu.
 
Bu nedenle onların emekleri, yaptıkları yapılar, yeşerttikleri alanlar saymakla bitmez. Bitmez. Ne var ki bizler; onların yaptıklarına sahip çıkamıyoruz, onların yaptıklarını koruyamıyoruz.
 
Umarım emeklerini helal ederler… Umarım bizleri bağışlarlar.
 
Mehmet ERBİL
 
www.mehmet-erbil.tr.gg
 
Tonguç, Engin, Bir Eğiitm Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi, İzmir 2009.
 
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve Kara, İstanbul 1973. 



Mehmet ERBİL: ATATÜRK 

YİNE ATATÜRK’LE BİRLİKTEYİZ

 
Yıllar ötesinden varan, damarlarımızda kan yerine akan, gönlümüzde alev alev yanan, kalbimizi o günkü sıcaklığı ile saran bir soluk var içimizde… Tükenmez bir soluk bu. Tükenmez artar, daha da varır Atatürk’e. Daha da varır BAŞÖĞRETMENE. Elinde tebeşir, gönlünde ULUSU aydınlıklarda yaşatmak vardır. Yazar durur kara tahta başında… Ana sütü gibi beyaz yazılar yazar, aydınlık devrimlerden muştular verir ulusuna. Bakışları derin, duyuşları engindir BAŞÖĞRETMENİN. Sever, azarlar yeri geldikçe, okşar tatlı sesiyle. Siler aydınlık düşüncelerle paslı kafaları. Mustafa Kemal’dir bu…
 
             “Ben Mustafa Kemal’im
              Atanızım.
              Azarlarım, sırasında okşarım
              Beni seviyorsanız toplanın gönülcek.
 
              Ne haset, ne kavga, ne kin,
              Bir imece başlasın yurt üzre,
              Selam edin iyiye, güzele.
 
              Barışa kardeşliğe selam edin
              Nerde çalışma var, kardeşlik var,
              İnanın ki orda ben varım,
              Atatürkçülük budur çocuklarım…”
                                              Özbek İncebayraktar
 
Yaşamak, duymak gerek O’nu. Atatürk’ü bilmek gerek. Okumak, beyinlerimize kazımak gerek altın harflerle… Tüm benliğimize sığdırmak gerek… Duymak, bilmek istiyorsak Atatürk’ü… Yaşamak, yaşatmak istiyorsak…
 
Al O’nu, oku O’nu, belle O’nu. Sindir tüm gönlüne… Çalış, çalış, çalış.
 
                “Öyle sırt üstü yatıp dinlenecek gün değil
                 Daha yapacağımız çok işler var çocuklar!
                 …
                 Toplandık mı baş başa, verdik mi el ele biz
                 Su çekilir, dağ çöker, bora susar çocuklar!
 
                 Hele kuru kütükler ayıklansın bir kere
                 Tadından çatlayacak dallarda nar çocuklar!
 
                 Sizi bir bir tanıyıp alnınızdan öpmeye
                 Mustafa Kemal yolda, hey bahtiyar çocuklar!”
                                                Behçet Kemal Çağlar
 
Duyun damarlarınızdaki kanın coştuğunu. Baş başa vermişsiniz, bakın el elesiniz halkla, toplanmışsınız gönülcek… Aydınlığa açılan gözleriniz, barışa uzanan elleriniz var. Yayılıyor, açılıyor, büyüyor özgürlüğe doğru halkalarınız. Tümden devrimler ve de büyüyor Atatürk’ün düşünceleri.
 
Seninle büyüyor aydınlıklar ey öğretmen…
 
“Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu ödevi yaparken düşünün ki bir ulusun, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmez, bundan insan olarak utanmak gerekir.”
 
Sen gidiyorsun ya öğretmenim taşlı yollara, karanlık sokaklara varıyorsun ya; sonuç yüzde yüz olacak. Kalem tutacak tüm eller. Köylerimiz son basamağına dayanacak uygarlığın. Çoğalacak uzunca bacalar, çoğalacak motor sesleri.
 
Beyaz tebeşirler olacak senin elinde. Gerçekleri sayıp dökeceksin bir bir. İyiyi, güzeli, doğruyu belleteceksin. Uyacaksın BAŞÖĞRETMENE. Duyacaksın O’nu. Belleyeceksin dediklerini.
 
“Genç kuşağın kafasını yormadan onun her şeyi almaya elverişli beynini “gerçeğin izleriyle” süsleyeceksin. Bileceksin “Yurdu ve ulusu kurtarmak isteyenler için yurtseverlik, iyi niyet, özveri çok önemli olan niteliklerdendir.”
 
Uzanın yarınlara. Bereketli, sonsuz olsun düşünceleriniz ki, dolsun sınıflar Atatürk’le. Dolsun da taşsın gönüllere. Umut olsun, bayrak olsun, özgürce yaşamak olsun.
 
                     “Bilim ağartsın saçlarınızı kitaplar
                      Ancak böyle aydınlanır sonsuz karanlıklar.”
                                                    Halim Yağcıoğlu
 
Hadi öğretmen arkadaş; durma bundan böyle. Çalış, avuç avuç taşı aydınlığı halkına. Omuz omuza ol. Aydınlık dolu düşünceler taşı kafanda. Cömertçe dağıt, ver onlara aydınlıkları. Koş, soluk soluğa, kentlere, köylere, kasabalara koş… Senin sesinle çınlasın okul duvarları. Sınır tanımasın bilgilerin, taşsın, taşsın da kol kol, damar damar, oluk oluk yayılsın çevrene.
 
HADİ ÖĞRETMEN ARKADAŞ GİR DERSE,
YİNE ATATÜRK OLSUN KÜRSÜLERDE…
 
Mehmet ERBİL






Ali Dündar


EĞİTİMCİ VE DİL BİLİMCİ YAZAR ALİ DÜNDAR

 
Ali Dündar’ın babası bir Osmanlı İmam Hatiplisiydi. Okumuş bir adamdı. Bu okumuşluğu nedeniyle çevresindekilere ve komşularına derdi ki, “Bildiklerinizi başkaları ile paylaşın. Paylaşmazsanız o bilgiler siz öldüğünüzde, toprak altında gübre bile olmaz.”
 
Babasının bu sözü kafasına iyice yer etmiş. Söyleşilerinde sık sık yineler, o da çevresindekileri uyarmaktan geri kalmaz. “Düşünüyorsan, okuyorsan usundan geçenleri not edeceksin, gerektiğinde yazılara dökeceksin ve başkaları ile paylaşacaksın. Bildiklerinizin ancak o zaman anlamı olur.” Kendisi yazıyor, yazdıklarını paylaşıyor. Söyleşilerinde de paylaşmayı sürdürüyor. Gerektiğinde tartışıyor, doğruların bulunması üzerinde kafa yoruyor.
 
Ali Dündar Kayseri Akkışla’da 1924 yılında doğmuştur. İlkokulu bitirdikten sonra Pazarören Köy Enstitüsü’ne, tüm diğer arkadaşları gibi sınavla girer. Çalışma ve okuma alışkanlığı yanında, özellikle de üretmeyi öğrenir. Çünkü her gün altından geçtiği kapının üstünde “ÜRETMEDEN TÜKETMEK AYIPTIR” yazıyordu. Köy Enstitülerinin eğitim felsefi buydu. Üretmek, hak etmek tek düşünceleri olmuştu. Okul kütüphanesindeki kitapları sindire sindire okuyorlar, özetler çıkarıyorlar, arkadaşlarına anlatıp, gerektiğinde eleştiri yapmaktan kaçınmayan bir kişilik kazanıyorlardı. Yazdıkları şiirlerini hafta sonu etkinliklerinde paylaşarak, tüm arkadaşlarının eleştiri yapması fırsatları veriliyordu.
 
Bu çalışmalar zaman zaman bir yarış havası içinde geçiyor, yer ediyordu zihinlerde. Çevre ve toprak inceleniyor, raporlar tutuluyor, gerektiğinde bu raporlar tezler halinde hazırlanıp, okul kütüphanesinde yerlerini alıyordu. Yabana atılır cinsten olmayan bu çalışmalar, geleceğe örnek olur, yeni araştırmalara ışık tutar diye özenle ciltlenip raflara konurdu. Ali Dündar yıllar sonra uğradığı okulunda, önce kendi tezini ve diğer arkadaşlarının tezlerini görmek ister. Kütüphanenin dağıtılmış olduğunu görür. Tezlerin her biri bir yana savrulmuş, kimileri çöplüklere atılmış, bir kısmı da kaybolmuştur. Üzülür, onca sıkıntılar içinde çekilen emeklere yapılan saygısızlığın bu denli olacağını düşünemediği için soğuk terler döker.
 
Oysa tezlerin içinde, gelecek kuşaklara ipuçları verebilecek değerde çalışmalar vardı. “Bilime ve emeğe saygının göstergesi buymuş” demekten kendini alamadı.
 
Ali Dündar bu araştırma alışkanlığı ile girdiği Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde de bitirme tezi olarak Batman’da yapılan petrol araştırmalarını konu olarak ele aldı. Yüksek Köy Enstitüsü metalurji bölümünde okuyordu. Bu nedenle petrol alanında araştırma yapmayı düşündü. Onay alınca da ulaşım zorluklarına aldırmadan 1946 yılında Batman’a gitti. Daha yeni açılmaya başlanan petrol kuyularını bir bir dolaştı, incelemelerde bulundu, notlar tuttu. Dağ tepe demeden, açılan kuyuların çamurlu çevrelerini, öbek öbek ham petrolun doluştuğu birikintilere aldırmadan büyük bir heyecan ve coşku ile incelemelerini tamamladı. Henüz ham petrolun sistemli bir şekilde akıtılıp toplanacağı sistemler yoktu. Bu nedenle ham petrol, toprak havuzlarda biriktiriliyordu.
 
Okula dönünce de tezini büyük bir özenle hazırlayıp zamanı gelince de teslim etti.
 
1945-46 yıllarında daha yeni gündeme gelmiş olan petrol konusu, teknik gelişmelere ve araştırmalara susamış olan köy enstitüleri öğrencilerinin dikkatini çekiyordu. Ülke yararına olan her şeyde olduğu gibi, bu araştırmalardan da uzak kalmak istemezlerdi. Her öğrenci tezleri için ayrı bir dalda araştırmalar yapar, tezini ortaya koyar ve başkalarının yararına sunmaktan da büyük zevk alırdı. Ülkesini sevmek, ülkesinin değerlerine bilgiyle yönelip, o değerleri benimsemek buydu bence.
 
O günlerin tüm gençlerine ve de yaşayan gençlerine; yürekten selam olsun.
 
Onlar, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri, derslerini salt Hasanoğlan’da yapmıyor, bir kısım derslerini Ankara’da Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde işliyorlardı. Bu da onların çok yönlü yetişmelerine olanak veriyordu. Nerde işlerine yarar bilgi var, orada yerlerini alıyorlardı. Dersler, okumalar, araştırmalar bu verimlilik içinde sürer, gider. Ali Dündar, böyle günlerde her fırsat bulduğunda, Ulus’taki Milli Eğitim Bakanlığına da uğrardı. Burada ilgisini çeken bir eğitim müzesi vardı. Burayı incelemek ona her seferinde ayrı heyecan verirdi. Yine böyle bir gün bakanlığa gittiğinde müzenin dağıtıldığını, eşyaların kapanların ellerinde kaldığını görür. Orada her gidişinde hayranlıkla izlediği “şerpuşlu” bir Atatürk portresi vardır. Bu portre kurşun kalemle yapılmıştı. Kendisi de çok sevdiği bu portreyi utana, sıkıla aldı.
 
Ali Dündar, 1947 yılında Yüksek Köy Enstitüsü’nden mezun olur. Öğretmen adayı olarak kurayı Afyon’a çeker. Yıl 1948’dir. Bir otel odasında kalmaktadır. Bu Atatürk portresini de kaldığı odanın duvarına asmıştır. Günlerden bir gün, Afyon savcısı kendisini çağırır. “Hakkınızda ihbar var. Senin odanda Lenin’in resmi asılıymış.” der. Ali Dündar şaşırır. “Benim otel odamda bir resim var, o da Atatürk resmi. İsterseniz gidip getireyim” diye yanıtlar. Savcı “hayır” der. Polis çağırarak otele yollayıp odadaki resmi getirtir. Gelen resim Atatürk portresidir. Bunun üzerine savcı ihbarda bulunan kişiyi çağırır. Gelen, yaşlı bir gezici başöğretmendir. Ali Dündar’ın şaşkınlığı daha da artar. Savcı “Şikayetçi misin?” diye Ali Dündar’a sorar. Ali Dündar, Atatürk’ü bile tanımayan başöğretmene ne yapsın? “Hayır” der ve oradan ayrılır.
 
 
Ali Dündar ve arkadaşları, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde okurken, öğretmenleri Sabahattin Eyuboğlu önderliğinde Köy Enstitüleri Dergisi çıkarmaya başladılar. Ali Dündar bu derginin yazı kurulunda yer aldı. Hem gelen yazı ve şiirleri inceliyor, hem de kendi yazılarını bu dergide yayınlama fırsatı buluyordu.
 
Bir gün Sabahattin Eyuboğlu, öykülerini çok beğendiği Ali Dündar’a, “Bu öyküleri resimlerle birlikte yayınlayalım” der. O da güzel resim çizen arkadaşı Turgut Kavraal’a konuyu aktarır. Kavraal, konuya olumlu yaklaşır ve öyküler için çizimler yapar. Öyküler yayınlanır. Çok da beğenilir.
 
Yıllar sonra bu öyküleri “Ekmek Kokusu” adlı bir kitapta toplayarak yayınlar. Bu dönemlerde Köy Enstitüsü çıkışlılar sıkıntı içindedir. Soruşturmalar, sürülmeler ard arda gelmektedir. İşte böyle bir dönemde, yayınladığı kitabında, Turgut Kavraal’ın desenlerine de yer verir ve kitaplardan bir kaçını bir paket yaparak Turgut Kavraal’a da yollar. Çünkü içinde desenleri vardır. Ne var ki, kitap adresten teslim alınmadığı için geri dönmüştür. Ali Dündar buna bir anlam veremediğini söyler, üzüldüğünü de gizleyemez.
 
Yazın alanındaki çabaları ve Türkçeye olan tutkusu Türk Dil Kurumu’nda çalışma yapmasını da sağladı. Burada uzun yıllar verimli dil çalışmaları yaptı. Kurum kapatılınca, kendi yazı ve düşüncelerine ağırlık veren çalışmalar içine girdi.
 
Halen dergi ve gazetelerde yazılar yazmayı sürdürmektedir.
 
Genç ve aydınlık düşüncelere gereksinim duyduğumuz günlerde bile, onların varlığı bize güç veriyor.
 
İyi ki varsınız, iyi ki hala yazıyor ve iyi ki yazı tutkunlarına örnek olmayı sürdürüyorsunuz.
 
Kaleminize sağlık öğretmenim.
 
Mehmet ERBİL
 



 


Mahmut Makal-Naciye Makal

Eğitimci Yazar Mahmut Makal

Mahmut Makal’ı bilmeyen var mı? Varsa internet ortamında adını yazıp, sanal ortamda şöyle bir dolaşsın. Karşısına sayfalar dolusu yazılar, yazdıklarından parçalar çıkacaktır. Üşenmeden okurlarsa; o sayfalarda yazılanları didik didik edip, incelemeden, okumadan geçemeyeceklerini göreceklerdir. Çünkü Makal’ın yaşamı, yaptıkları, yazdıkları, çektikleri bu satırlar arasında yer alır. Zaman zaman hayıflanırsınız. “Ülkesini, halkını, köyünü bu denli seven insana bunlar yapılır mı?” demekten kendinizi alamazsınız.

 

Mahmut Makal Aksaray ilinin Demirci köyünde 1930 yılında doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra giriş sınavını kazanarak 1943 yılında İvriz Köy Enstitüsü’ne girdi.  

 

İvriz Köy Enstitüsü’nde öğrenci iken, okudu, yazdı. Yazdıklarını dergilerde okurlarla paylaştı. Köyüne dair usuna gelenleri notlar halinde, büyük bir duyarlılıkla yazdı. Dur durak bilmeden yazmayı, araştırmayı ve de okumayı sürdürdü. Şiirlerle başladığı yazın yaşamı öğrenciliği sırasında da yine dur durak bilmeden sayfalara yansımaya başladı. İvriz Köy Enstitüsü’ne gelen arkadaşı Ali Dündar’la şiirleri konusu üzerinde uzun uzun konuştu. Ali Dündar, Mahmut Makal’a; “ Düşünceye sınır olmaz. Ölçü kuralları ile kafiyeli şiir yazılabildiği gibi, serbest kurallarla da şiir yazılabilir, mısralar konuşturulur.” diyerek onu yüreklendirir. Ali Dündar, Mehmet Başaran, İsa Öztürk ve Bekir Semerci Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmenleri Sabahattin Eyuboğlu başkanlığında Köy Enstitüsü Dergisi’nin öğrenci yazı kurulunda yer alıyorlardı. İvriz gezisi de bu kapsamda, yazı ve bilgiler toplamak amacıyla yapılmıştı. Mahmut Makal’ı dergide yer alan şiirlerinden ötürü tanıyordu, yakınlıkları bundandı.

 

Mahmut Makal bu yakınlıkları ve bu heyecanları hep yaşadı.   

 

Öğretmen olduktan sonra da içi içine sığmıyordu. Öğrencilerine bilgiler aktarıyor, köy odasında köy halkına yazılar, öyküler okuyordu. Hele Köy Enstitüsü Dergisi’nde çıkan öğrenci yazılarını ve araştırmalarını okurken, halk bu yazılanlara inanmıyor, bunları öğrencilerin yazıp, araştıracağını uslarına dahi getiremiyorlardı. Ne var ki, işin doğrusu buydu, okudukları hepten gerçekti. Kısaca köy enstitülü öğrenciler, yoğun bir bilgi birikimi ve yoğun bir çevre bilinci ile donanıp yetişiyorlardı. Her şey ile ilgilenip, öğreniyorlar, araştırıyorlar, yazıyorlar ve de bunları tez elden çevresindekilere aktarıyor, paylaşıyorlardı. Çünkü bilgi, paylaşıldıkça ve halka ulaştıkça değer kazanıyordu.

 

Bu nedenledir ki: onlar halkına yöneldikçe, yol gösterdikçe, halkı bilinçlenme ortamına yönelttikçe tedirgin olanlar da çoğaldı. Ellerindeki güç ve yetkilerin bir bir ortadan kalkacağını, değersiz hale geleceğini görmeye başladılar. Bundan böyle gerçeklerin üstünü örtemeyeceklerini ve halkı kul olarak göremeyeceklerini sezmeye başladılar. O sırada Mahmut Makal’ın, 17 yaşlarında Nurgüz köyünde tuttuğu notlar, 1950 yılının başlarında “Bizim Köy” adıyla yayımlandı. Tüm yazarlar, okuyucular, yöneticiler bu yapıttan söz etmeye başladılar. Ülke gerçekleri gözler önüne serilmiştir. İlgi büyüktür ve yayınevi kısa sürede 4 baskı yapmıştır.

 

 

Aydınlatmacı çalışmalardan ötürü tedirginliği artanlar, fırsat bu fırsat dediler. Bizim Köy adlı kitabı nedeni ile yoğun bir karalama kampanyasına giriştiler. İlkin, daha kitabının baskısını bile görmemiş olan Mahmut Makal’ın evini aradılar ve Makal’ı tutukladılar. Mahmut Makal kitabını, kış koşullarının sonrasında, köye gelen bu jandarmalarda görmüştü. Ceza mı aldı, hayır. Sadece tutuklu kaldığı süre yanına kar kaldı. Daha sonra da köşkten davet aldı, Cumhur başkanı ile görüşme yaptı. Bu görüşme sonrası “Bazı şeyler değişir mi? “ diye düşünüldü. Ne var ki, değişen bir şey olmadı. Yine eski tas, eski hamam karalamalar, sürgünler sürdü gitti.

 

Öğretmenliğini rahat yapamaz hale geldi. Altı yıllık öğretmenliğinden ayrılarak 1953 yılında Gazi Eğitim Enstitüsüne girdi ve 1955 yılında bitirdi ve müfettiş oldu. Ancak soruşturmalar, tedirgin etmeler son bulmadı, peş peşe geldi. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Adana’da görev yaparken müfettişliği elinden alınarak sağırlar okulunda Türkçe öğretmenliğine atandı. Bu zorluklar içinde öğretmenlik yaşamı 17 yıl sürdü. Öğretmenliği bırakmak zorunda kaldı. Bir süre Venedik Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Arkasından Karadeniz Bakır işletmelerinde çalışmaya başladı. Yazı tutkusu sönmüyor, sürekli yazıyordu. İnceleme, anı, gezi hatta fıkra türünde yazılar yazdı.1976 yılında da çalıştığı kurumdan emekliye ayrıldı.

 

Tüm bunlara karşın Mahmut Makal’da, Anadolu insanının sevecenliğini abartısız olarak görmek fırsatını da bulursunuz. Bu nitelikleri yazdığı yazılarda, öykülerde tüm sıcaklığı ile görülür ve sezilir. Ayrıca duruşu ve aydınlık saçan bilgeliği ile de toplumcu, gerçekçi bir yazar olma niteliğini fazlasıyla hak eder.

 

Bu nedenle; Mahmut Makal, “Bizim Köy” adlı yapıtı ile 1966 yılında Uluslar arası Eğitim Bilim ve Kültür Kuruluşu UNESCO’nun “Dünya Kültürüne Hizmet Odülü”nü almıştır. Daha sonra 1977 yılında da “Değişenler” adlı yapıtıyla Türk Dil Kurumu ödülüne değer görülmüştür. Seksen yıllık yaşamı Köy Enstitülü olma ruhuyla dolup taşmış, aydınlık ve ülkü dolu sevecenliği ile topluma mal olmuş bir Cumhuriyet dönemi yazarımızdır.

 

Dahası Mahmut Makal, eğitimciliği, yazarlığı, öncü oluşu nedeniyle de 2011 yılı “Mustafa Necati Onur Ödülü”ne değer görüldü. Gerçekten yerinde ve doğru bir hak edişti bu. Tüm saygım ve içtenliğimle kutlarım.

 

O’na tüm bu diriliği ve genç düşüncesi ile yazın dolu, topluma aydınlık saçan daha nice sağlıklı yıllar diliyorum.  

 

Mehmet ERBİL







ÇAĞI AŞMAK SAVAŞI
 
Okuduğum bir yazıda; “Çağına bir şeyler katmayan ulusların, çağlarından yeterince yararlanmaları olanaksızdır.”(1) diyordu yazar. Donanımdan yoksun, okumayan, araştırmayan bireyler topluluğu geri kalmaya mahkümdur.
 
Bocalamaların nedeni burada araştırılmalı. Geri kalmışlıktan söz ediliyorsa, “yerinde saymak” deyimi kullanılıyorsa, o ülke çağıyla alışverişte bulunmuyor demektir. Alış veriş derken; ekinden, ekonomiden öncelikle söz etmek istiyorum. Önce o ulus kendi yerini, kendi değerini bilmeli, saptamalı durumunu. Nesi var, nesi yok ortaya koymalı, yoklamalı dağarcığını. Kişiliğini yitirmeden, kişiliğinden ödün vermeden ne alabilir ve de ne aktarabilir başkalarına? Ekinden, sanattan yana ortaya koyabileceği yapıtlar olabilir mi? Bu tür yapıtları oluşturabileceği düzeyi araştırmalı ve bulmalıdır. Bireyler donanımlı hale getirilmelidir. Tüm olanaklar ortaya konarak çalışmalara girişilmelidir. Gerektiğinde olanaklar zorlanarak erişilmelidir hedefe. Tam tekmil ekinle donanmalı tüm ulus bireyleri.
 
Ekin ve sanat yüceltir onları.
 
Arkasından ekonomiye bakmalı. Yeraltı zenginliklerimiz ne yana duruyor. Ulusal kaynaklarımız ivedilikle ele alınmalıdır. Benim toprağım; vereceğini, ilkin bana vermeli. Ben işlemeliyim, ben çıkarmalıyım onları gün ışığına. İşte o zaman her kese karşı söz hakkımız olur. Söke söke pazarlık etme, karşılığında bir şeyler koparma sonucunu elde etmiş oluruz. Ulus olarak bu gücümüzü kullanmalıyız. Bunu yapan uluslar başkalarına el açmaktan kurtulur. Hiç olmazsa karşılıklı el uzatmalar söz konusu olur. Yol doğru tutulur, yol doğru izlenir ve de ödün söz konusu olmazsa kendi dediğini yaptırma söz konusu olur. Ulusu oluşturan bireyler, isteğine kavuşma çabalarına girer ve donanımlı oldukları için kazanırlar. Çünkü güçlüdürler onlar. Çaba harcamışlardır, alın teri dökmüşlerdir. Meydana girmiş, meydanı boş bırakmamışlardır.
 
Çalışmıştır, çalışınca da kazanmıştır. Ne demiş atalarımız? “Harmanda izi olmayanın, ekinde de gözü olmayacaktır... Bu söz, kültürlerini, sanatlarını geliştirme bilincinden yoksun ülkeler için önemli bir doğruyu vurgulamaktadır.”(2)
 
Öyleyse iz bırakmak, kalıcı olmak başlıca sorun oluyor. İzi bırakanlar arkasından ürün toplamak hakkını elde etmiş olurlar. Ürün çokluğu da, bırakılan çalışma izinin derinliği ile orantılı olacaktır elbet. Bunu bilmek, ağırlık koymak gerek girilen her alana. Büyükçe imzalar, büyükçe yapıtlar koymak gerek ortaya. Ki o zaman varsa gelsin diyelim boy ölçüşecek?
 
Yoksa kös kös oturmaktan, Tanrı’ya yalvarmaktan başka bir şey gelmez elimizden. “Deveni önce sağlam kazığa bağla, sonra Tanrı’ya emanet et.” dememişler mi?
 
Sen tut bireylerini sağlıklı, bilgili bir ortam içine itme, bunun için gerekeni yapma, arkasından da benim her dalda söz sahibi olmam gerekiyor diye diret. Olmaz öyle şey. Önce sağlıklı bir toplum, önce birikim, önce didinme ve çalışmalar göster arkasından başarılar bekle.
 
Çalışma, araştırma, “hazıra konmaya çalış.” Nerde o yoğurdun bolluğu?
 
Görüyoruz işte. Yaya kalmışız. “Onlar atı alıp Üsküdar’ı geçeli” çok oldu. Ha gayret , “ zararın neresinden dönülürse kardır” deyip, kolları, paçaları sıvamak gerek. Şöyle bir çevremize bakmak gerek. Olanları, olacakları, olabilecekleri düşünmek gerek.
 
Öykünmek yok. Öykünmenin yanına bile varılmamalı. Ne yaptıklarına değil, nasıl yaptıklarına bakmalı. Arkasından “Biz nasıl yaparız?” demeli.
 
Öncelikle kişilikli, yaratıcı ve özgün çalışmalara girilmeli.
 
Ve gecikmeden herkes kolları sıvamalı.
 
Mehmet ERBİL
 
 
(1)       Adnan Binyazar, “Ulusal Birikimden Yararlanma”, Milliyet Sanat Dergisi, 08 Kasım 1974, s.17.
(2)       A.g.e.
 



 



 
 
Bağevi’ndeki küplerden 1980
 
 
 
Mualla Eyuboğlu ve Bağevi
 
 
 
Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulurken, diğer köy enstitülerinde olduğu gibi kendine yeten, ürettiğini tüketen, üretirken öğrenen bir kuşak ve eğitimciler yetiştirilmesi düşünülmüştü. Öyle de oldu.
 
Bu okullarda ziraat ve tarımı öğrenen öğrenciler, öğretmen olarak gittiği köylerinde kendilerine verilen alanlarda ve okul bahçesinde örnek çalışmalar yapacak, köy halkına örnek olacaklardı. O güne değin babadan, atadan görme yöntemlerle çalışan halk bazı bilgi eksikleri ile toprağı yeterince işleyip verimli duruma getiremiyordu. İşte öncelikle halkın bilgilenmesi ve inanması için görmesini sağlamak gerekiyordu. Çünkü öğretmenleri onlara; “Köylünün aklı gözündedir. O bilmediği, bugünlere dek böyle şeyleri görmediği için, söze değil gördüğüne inanır. Bu nedenle siz yapacaksınız, örnek olacaksınız. Onlar da gördükçe öğrenecek ve uygulamaya başlayacaktır.
 
Gerçekten öyle de olmuştur.
 
Bağ evine ayrılan alan okulun kuzeyinde ve köye yakın bir alandır. Yılardır işlenmemiş, bozkıra dönüşmüş, yer yer çoraklaşmış bir topraktır burası. Diz boyu çakırdikenleri vardır. Önce İzzet Palamar bağ evi alanına ayrılan toprağı işledi. Bir- bir buçuk metre derinliklerde toprağı kirizma yaptırarak alt üst etti. Toprağı havalandırıp ekim ve dikim yapılır duruma getirdi. Bölgeye en uygun olan bağ çubuklarını ve meyve fidanlarını denemeler yaparak saptadı. Bunları özenle bu alanda öğrencileri ile dikti. Kısa sürede bağ ve meyve bahçesi oluşturuldu.
 
Bu sanıldığı gibi kolay olmadı. Her öğrenciye ziraat dersi için bağ çubukları ve meyve fidanları verildi. O öğrenciler çapalama, gübreleme ve su verme aşamalarını, günlük notlar halinde tuttular. Sorumlu oldukları çubukları ve fidanları yetiştirdiler. Bu günlük notlar raporlar haline dönüştürülerek, orta Anadolu’da nerelerde ne tür çubuk ve fidanların yetiştirilebileceğini saptıyorlar. Türlerin gelişme ve olumsuzlukları raporlara dönüştürüldüğünden ortaya bilimsel veriler de çıkmış oluyordu.
 
İşte Hasanoğlan’ın keklik kırı, bu titiz çabalar sonunda orman haline dönüştü.   
 
O yıllarda Mualla Eyuboğlu, buraya çok güzel bir bağ evi planı yaparak, yine öğrencileri ile bu planı uyguladı.“Tasarımı, gereçleriyle özgün bir yapı. Ekinimizin solunduğu iç açıcı bir yaşam köşesi… Duvarlarda, içerdekileri gülümseten Nasrettin Hoca, Karagöz resimleri… Kitap rafları, santranç köşesi, bağ ile bütünleşen geniş bir balkon…” Yazar yazısını şöyle sürdürür; Mualla Eyuboğlu, “Şöyle bir mektup almıştı ağabeyi Eyuboğlu’ndan:
 
“Bedros’a, senin Bağevi için, üç tane alicengiz pano yaptırdım. Sakın duvarlara başka bir şey koymayın.” (1)
 
17 Nisan 1946 yılında Hasanoğlan’da Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümü etkinlikleri yapılacaktı. Etkinliğe katılım yüksek oldu. İnönü ve TBMM’den yetkililer vardı. Okul alanlarının gezilmesi, bu alanlarla ilgili bilgilendirmeler den sonra Açıkhava Tiyatrosu’nda Sophokles’in Oidipus oyunu sergilendi. Öğleden sonra konser, milli oyunlar oynandı, konuşmalar yapıldı. Etkinliğin bitmesinden sonra, giderek dikkat çeken ve ünlenen, meyve ve bağ çubukları ile donanmış bağ evi de gezildi. İzzet Palamar ve öğrencileri; ziraat bilgileri yanında, çalışkan, becerikli ve araştırıcı yönleriyle burayı yeşertip bağa dönüştürmeyi başarmışlardı.
 
 
Bağ evi yapısı yıllarca kullanıldı. Binanın altında bir de şarap mahzeni oluşturulmuştu. Şimdi bu bina yok, ama mahzen durmaktadır. Toprak kirizması sırasında bulunan iki şarap küpü de yıllarca burada, kaideleri üzerinde sergilendi.
 
 
Kaide üzerine yerleştirilmiş bu iki küp burada yıllarca durdu. 1978-1981 yılında müze kuruluşu sırasında, yerlerinden alıp müzeye taşımak düşüncemiz vardı. Ancak kırılması olasılığı olduğu için, Anadolu Medeniyetleri Müzesi arkeologlarından bilgi almak istedik. “Müzeye taşıma işleminin yapılmamasını, küplerin yerinden alınması sırasında kırılabileceğini söylediler.” O günlerde bu görüşlere uyarak taşıma işleminden vazgeçtik. Ancak müze binası yeni yerinde oluşturulurken 2005 yılında taşıma işlemi yapılmış ve korkulan olmuş, küplerden biri kırılmıştır. Çok yazık olmuştur. Çünkü bu küpler yıllara tanıklık eden değerler ve belgelerdi. Bilinçsizce yapılan işlemin sonucu elbette kırılma olacaktır. Biraz bilgi ve düşünerek çalışma bu olumsuzluğu ortadan kaldırabilirdi.
 
Bağevi şimdi ne oldu?
 
Bağevi alanı orman işletmesine verildi. Yapı yıkıldı. Çevre temizlenerek, orman işletmesinin fidan depolama ve dağıtım merkezine dönüştürüldü.
 
Ortada ne Bağevi ne de meyve fidanları kaldı.
 
Ama;
“Hayali cihan değer.”
 
Mehmet ERBİL
 
 
 
 
(1)Mehmet Başaran, “Mimar Mualla Eyuboğlu”, Cumhuriyet Gazetesi 24 Ağustos 2009, s.2
 

 

 


                    MİLLİ EĞİTİMDE
ÖZGÜR EĞİTİM ANLAYIŞI OLUŞTURULMALIDIR 



Fotoğraf: İsmail Hakkı Tonguç

Çizgi ve yazı çocuklarda görülen en büyük tutkudur. Kentler ve kasabalar betonlaşmadan önce; çevre, toprak ve düzlüklerle ya da bahçelerle kaplıydı. Buralarda oynayan çocuklar ellerine geçirdikleri çubuklarla o yumuşak toprak yüzeylere çizer, yazar dururlardı. Okuma yazma bilenler, anlamlı sözcükler yazardı. Bilmeyenler kendince çizer, bazı şekil ve semboller oluştururlardı. Ne kadar zevk alırlardı, bir iş yapmanın tadını ne kadar alırlardı? Sanırım bunu ölçecek bir şey bulmak olanaklı değil. Çizimler belki bir evin ya da kentin, köyün sokağı idi. Belki bu çizdiği yeni bir araba tasarımıydı. Çünkü ona evren koskocaman çizeceği, yazacağı bir alan sunmuştu. O veya onlar bu alanı rahatça kullanıyorlardı.
 
Eğer toprak yüzey yumuşak ve de nemliyse ya da su bulabilirse neler yaparlardı o çocuklar. Yükseltiler oluşturup duvarlar, evler, sokaklar yaparlardı. Kimi yerlere kubbe yapar hamam ya da kale olduğunu söylerlerdi.
 
İşte o yılların çocukları o yıllarda yokluklar içinde bu özgür ortamlarda yetişirlerdi. Gönlünce çizerdi, yazardı onlar.
 
Çizerler, yazarlardı. Ne zamana değin? Nereye değin sürerdi bu özgürce, kendince ortaya çıkan işlemler? Büyüyünce, kalıplaşmış eğitim kıskacı içine girinceye değin. Bundan böyle başka yerlerden alıntılanmış, ya da eğitimcilere dikte ettirilmiş yöntemler ağırlık kazanıncaya değin sürerdi bu çizme, yazma özgürlüğü. Adı denetimdi bunun. Nasıl denetimse? Benim ülkeme, benim insanımın kişiliğine aykırı bir denetim.
 
Birkaç yıl denenir, ardından olmadı derler. Ortaya yeni bir yönlendirilmiş eğitimciler grubu ya da yönetimi elinde bulunduranlar özenti içinde yeni diye başka bir ülkenin sistemine yönelirler. Bu bizim ülkemize, toprağımıza, insanımıza uygun mudur, değil midir? Hiç araştırmazlar, sözde o ülkeler başarmışlar da, ondanmış bu sisteme geçmeleri. Tam tersine o ülke ya da ülkeler bu sistemi uygulamış ama başarısızlıklarını görmüş ve terk etmişlerdir.
 
Bizimkilerse bize yeni diye dikte ettiriyorlar.
 
Ne denli başarılı oldukları ortada. Adı Milli Eğitim olan bakanlığın uyguladığı bu sistemler bizim ülkemize özgü olmadığı için, bir türlü milli olamıyor. Olamadığı gibi bu millilik, eğitimimizde bir yaz - boz sistemine dönüşüp duruyor. Güncel bir deyimle “çakma bir eğitim” anlayışına dönüşüyor.
 
İşte bu karmaşa içinde yetişen çocuklarımız, nerede bir toprak yığını görse hemen atılır, üzerinde çubuklarla ya da parmağı ile şekiller çizmeye, yazılar yazmaya başlar. Deniz kıyılarında çocukların bu davranışlarını her görenin ilgiyle izlediğini bilirsiniz. Öyle ki, büyükler bile bu coşkuya kapılır, onlar da kumdan kaleler yapmaya başlarlar. Çocukluk yıllarında yapamadıkları bu özgür çalışma eylemini çocukları sayesinde gerçekleştirme olanağı bulurlar.
 
Bunlardan şu sonuçlara varmak olasıdır. Eğitimde bize görelik, bizim ülke kişiliğimize uygun yöntemler geliştirilmelidir.
 
Eğitim yöntemlerimiz içinde öncelikle özgür yönelişlere öncelik verilmeli, yaratıcılık ön plana çıkarılmalıdır.
 
Yaratıcı eğitimle gelişen bireylerin, daha sonra ilgi alanlarına göre eğitimlerini sürdürmelerine olanak verilmelidir. “Attım tuttu” sınav yöntemleri yerine daha bilinçli seçimler yapabileceği seçme yöntemleri geliştirilmeli, çocuğun kişiliği ve yetenekleri öncelikli olarak düşünülmelidir.
 
Sanat eğitimine ağırlık verilmeli, bu yolla becerisi ve yeteneği ortaya çıkan çocuklarımızın ilgi alanlarına göre yönlendirilmelerine ağırlık verilmelidir. Bunun için alt yapı önceden oluşturulmalı, eğitim ortamları ciddi planlarla, yürütülen ciddi çalışmalarla gerçekleştirilmelidir. “Ben yaptım oldu” düşüncesinin eğitimde yeri olmamalıdır.
 
Yönetenlerin düşüncelerine hatta aynı yönetim anlayışının kişilerine göre eğitim anlayışı, farklılıklar göstermemeli, eğitimde milli anlayış belirlenip, gerekirse 100 yıllık yapılanmaları içermelidir. Böylece eğitim anlayışı her kafaya göre oluşan deneme tahtasına dönmekten kurtulur. Hem de ülkemiz çocukları, birinci sınıfta başka, ikinci sınıfta başka sistemlerle kafası karışmadan, eğitimde çizilen zikzaklardan etkilenmeden eğitimini sürdürmüş olur.
 
Öyleyse öncelikli olarak, sanat eğitimi derslerine ayrılan sürelerin gözden geçirilerek, önceki yıllarda olduğu gibi ders süreleri artırılmalıdır. Artırılan bu süreler çocuklarımızın üretim ve yaratma yönlerini geliştirecektir. Böylece; arayan, bilinçli araştıran, madde olanaklarını deneyen ve sorgulayan insanlar olarak yetişeceklerdir.
 
Zamanı ve araç-gereci ekonomik kullanmayı kavrayacak, gerekirse atık gereçleri bile ekonomiye kazandırma yöntemleri becerisini göstereceklerdir.
 
Bu yazım yıllarca sürdürdüğüm eğitim çalışmalarımın deneyimi ile yazılmıştır.
 
Elbette, anlayana…
 
27 Ocak 2011




Mehmet Erbil-Ankara Rüzgarı 1982

SANATÇI OLMAK

                  Sanatçı olmak düşü çoğu kimsede kilit vurulmaz bir tutkudur. Yazar, çizer, boyar ve birşeyler yapar kendince kişiler. Ortaya koydukları sevilir, beğenilir ya da tam tersi el ile itilir bir kenara. Kaçınılmaz bir sonuçtur bu. Sevilmek ya da tutulmak o kişinin değeri ile eş orantılıdır. Nedir öyleyse bu değerlilik?

                   İşte çözümü gereken de budur. Arar durur herkes bu çözümü sağlayacak yolları. Kimileri ders alır çevresinin yetenekli saydıkları kişilerinden. Kimileri de okullara yönelir.  Öğrenirler akademik kuralları. Onlarca en doğru yol sayılır. Kuralları öğrenmek, kuralların ışığı altında kendi yapıtlarını ortaya koymak... Ne denli başarılı olurlar? Ancak bunu çevremize bakınca anlarız. Bunlar arasında adını duyurabilenler, yine adını sanat ortamına silinmemek üzere sindirenler vardır. Oysa yola çıkanlar, sanata yönelenler oldukça çoktur. Öyleyse nedendir adını duyuranların azlığı?

                    Kanımca bunu anlamak kolay. Sanatçıların yaşamlarına bir göz atmak, bir bakıma çözüme vardırır bizi. Ayrıca sanatçıların çalışmalarına yön veren etkenlere bakmak, çalışma yöntemlerine eğilmek de sonuca vardırabilir bizi. Böylece onları kendi ortamaları içinde değerlendirmek fırsatını elde ederiz. Onları yönlendiren, çalışmalarına güç ve direnç katan, yeni oluşumlara yönelmelerine neden olan kaynakları da tanımış oluruz. Bu tanıma onların kişiliklerine vardırır bizi. Örneğin, İngiliz yontucusu Barbara Hepworth'ün yaşamı bunun için en güzel örnektir. Sanatçı başarısını bir kıyıdaki evine yerleşerek sağlamıştır. Arka arkaya yapıtlar ortaya koyması bu nedenledir. Sanatçı sık sık kıyıya yönelir, taşları, dalgaları ve kuşları inceler tükenmez sabrıyla. Bakışlarını onlarla besler, onlarla doldurur dağarcığını... Kısaca doğayı bu yönüyle değerlendirir.

                     Ne güzel demiş Paul Cezanne, "Öğretmeniniz doğa olsun." diyerek.

                     Öyleyse doğaya yönelmekten başka çıkar yol yok. Doğada ne bulursak kendi düşüncelerimize uygun, ne geçirirsek ele , didik didik etmek gereği çıkıyor karşımıza. Yol bu oluyor, en belirgin iz bu oluyor sanata varmak isteyenlere. Kesinkes başlangıç noktası doğa olacak ilk çıkışta. Taşı, toprağı ile yol gösterecek doğa yola çıkanlara. Ne var ki, dilinden anlamak gerekiyor. Rodin de haklı oalarak "Doğayı yorumlayınız." diyordu. Arkasından "Doğanın dilini sanatın diline çeviriniz." diye ekliyordu. Doğru söze ne demeli. Boşlukta durmuyoruz ya, çevremizde bir yığın kaynak var bizler anlarsak. Anlar hale gelirsek, doğada bizden parçalar var, biz varız, bizim yaratıcı yönümüz var. Kolay değil doğadaki bizi bulmak... Kolay değil yaratıcı olmak. Zaten düğümde burada. Düğmü çözmek, geriye kaçmamak gerek. Bilinçli yönelişler, bilinçli arayışlar gerek...  İşte kendimizi duyurmanın yolu budur. Yılgınlık duymadan, engelleri bir bir, kişiliğimizin damgası olacak çözümlerle aşmak zorunluluğu vardır.

                      Bu konuda yine Cezanne "İlerlemenin doğaya gitmekten başka yolu yoktur." dememiş miydi? Öyleyse herşeyin başı, tüm düğümlerin çözüldüğü yer doğa oluyor.  Herşey var demiştik doğada. Arayana, didinene herşey var. Bunları bulup çıkarmak, ayırmak gerek doğadan. Güçlü bir kişilikle yapıtlara dönüştürmek gerek. Gerçek budur. Çünkü "Kendisi hariç olmak üzere sanatta olan herşey doğada vardır." diyor C. Lolo. Ya Paul Klee? O'na da kulak verelim, bu konuda bilelim ne düşündüğünü: "Ressam, doğanın olmuş olarak sunduğu "şey"leri dikkatle inceler. Onları inceledikce de şu sonuca varır: Olmuş bitmiş doğa yerine "yaratma"ya yer vermek." Alın işte kalıp gibi söz size. Neresinden bakarsanız bakın, ne yandan incelerseniz inceleyin, sanatçı kişiliğin varlığını duyarsınız . Sanatçı kişilktir ki, sırasında kafa tutar doğaya. Sırasında doğayı da adam eder. İşte ondan sonradır ki, sanat ortaya çıkar. "Ressam kendini doğayla bir tutar, onunla yarışır." Alın işte bu da Leonardo Vinci... Yok diyebilir misiniz? Olmaz böyle şey deyip, kesip atabilir misiniz? Yok öyle yağma. Yok. Çünkü kişinin sanatçı olabilmesi için doğayı aşması gerekiyor. Doğayı aşarak, bazan da doğayı tamamlayarak çıkması gerekiyor ortama. Ne denli bilenirse, ne denli donanırsa, ne denli doğayı yorumlama yeteneği ile girerse sanat ortamına, o denli güçlü olur kişi.

                     Her sanatçı kişiliğinin altında da ayrı bir güzellik vardır. Bu güzellik kişilere özgü, kişlere göre anlam ve duyum doludurlar. Sanatçı ile izleyiciler arasında kopmaz bağ oluştururlar. İşte bu bağ sanatın kendisidir.  Sağlamlığı oranında, sanatçıdan izleyiciye, izleyiciden topluma, toplumdan da yıllara, çağlara uzanıp gider.

                     Sanat budur bence.

                     Ne mutlu bu uzanışı gerçekleştirebilen yaratıcı kişilere.

Mehmet Erbil,"Sanatçı Olmak",Ankara Sanat, Nisan 1983,(Yıl:17, Sayı:204, s.23,34)



          PİRPİRİM

         Anadolu’da çoğu yerde, özellikle de Güneydoğu Anadolu’da doğal yetişen semizotuna “pirpirim”  denir. Doğada kendiliğinden yetişmesiyle bilinir. Doğada yetişenlerin yaprakları daha küçük ve rengi de hafif mor görünümlüdür. Kendine has ekşimsi, tuzlumsu bir bitki türü olan bu ilkbahar ve yaz sebzesinin, sıcak ve soğuk olarak tüketildiği bilinmektedir. Cacığı, mancası (salatası) ve çeşit çeşit yemeği yapılır. Bunlardan; cacık, manca(salata),  bulgurlu pirpirim yemeği, peynirli pirpirim mancası, yoğurtlu pirpirim çorbası vb. sayabiliriz.

         Bahar ve yaz aylarında sulu tarım yapılan yerlerde kendiliğinden doğal olarak yetişen bir bitkidir. Pamuk ya da sebze üretilen bahçelerde, sulamadan sonra pirpirim yeşerip boy salmaya başlar. Köküyle çekilmeyip,  dallarından nazikçe koparıldıkça, her sulamada yeniden boy salmaya başlar.

         Orta Anadolu’nun bazı bölgelerinde özellikle de Çorum bölgesinde pirpirime “soğukluk” denildiği bilinmektedir. Anlamlı bir isim, yaz aylarında soğuk olarak çok tüketildiği için bu adın verildiği kanısındayım.

         Adıyaman’da pirpirim derken sözcükteki ilk “r” harfi yutularak “pipirim” diye söylenir. Sevimli bir sözcük.Yöresel ağız olarak da; çok içten ağlayan, gözlerinden yaş gelen birini belli etmek için “Gözlerinden pipirim gibi yaşlar geliyordu” derler. Pirpirim yapraklarının nemli ve damla görünümüne bakarak bu güzel ve anlamlı benzetme yapılıyor kanımca.

         Beslenme açısından da halkın gereksinimlerine karşılık vermektedir. Halk tarafından bu beslenme özellikleri tam bilinmese de yılların deneyimi ile kazandıkları bazı alışkanlıklar onlara, farkında olamadan yararlı sağlık kazanımları sağladığı ortadadır.

         Bu nedenle pirpirimin yararları saymakla bitmez. Bazılarını saymaya çalışalım: Çinko, fosfor, manganez, bakır ve kalsiyum bakımından oldukça zengin olan semizotu lezzetinin yanında mucize sayılacak yararlarıyla da dikkatimizi çekiyor. Kalbi koruyor, kötü kolesterolü düşürüyor, kanserli hastaların tedavisinde sıkça öneriliyor, kabızlığı önlediği gibi böbrekteki kum ve taşı döktüğü biliniyor, kabızlığı önlüyor, yorgunluk ve halsizlik durumlarına, depresyona iyi geliyor, cildi ve gözü koruyor, en önemlisi de bağışıklık sistemini koruduğu bilinmektedir. Ayrıca kemiklerin gelişmesini, üremenin güçlenmesini, hücre yapılarının yenilenmesini, diş ve diş eti sağlığının korunmasında oldukça yararlıdır. Bunlara saçların uzamasına yaptığı etkiyi de belirtmeden geçmeyelim.  Kan şekerinin dengelenmesini sağlayan semizotu, kilo vermek için çırpınanlar için de en büyük yardımcılardan biridir. Kan basıncını dengelediği de söylenmektedir.

         İşte ben bunları düşünürken, ülkemizi işgal eden sağlıksız, kapitalizmin tarım egemenliğinin tek ekimlik, bağımlı tohum düzeni gelip takılıyor usuma. Düşünmeden edemiyorum. Bu tohum ithallerine izin verip, yerli tohumları yasaklayan düzenlemeler ışığında, bu ülkeyi istila eden yabancı tohum şirketleri pirpirime de el atarlarsa(!) ne ederiz? Bahçelerde kendiliğinden yetişen pirpirimin tohumunu da yasaklayıp, bizden alacaksınız derlerse sonuç ne olur?  Bizler ve halkımız pirpirimsiz ne ederiz?

         Olurmu olur. Ancak benim gönlüm biraz rahat. Çünkü onlar pirpirimi bilmezler. Onların bildikleri semizotudur. Şimdilik pirpirimi bilmedikleri(!) için yasaklamak uslarına gelmiyor diye düşünüyorum.

         Sizler ne dersiniz? Bu denli tohum bağımlılığına kapılan yetkililerimizin, yerel tohumlarımızı yasakladıkları gibi, doğada kendiliğinden var olan pirpirim tohumunu da yasaklamak gelir mi uslarına?

         İnşallah gelmez.

Ne diyelim büyüklerimiz iyi bilir!

         Mehmet Erbil



Alıntı

          TÜTÜN YARASI

Bir türkü takıldı usuma. “Sigaramın dumanı, yoktur yârin imanı” ne değin çektiyse aşık, sitem eder sevdiğine. Kısaca sitemi sevdiği devletinedir. Evet bizim tütün üreticilerinin de aynı dertten yanar yürekleri. Tütün derdi büyük dert. Çünkü başka gelir kapısı yok tütüncülerin. Başka tutacakları iş yok. Devlet baba dedikleri, sımsıkı sarıldıkları da sırt çevirdi onlara. Ne çalışacakları fabrika açtı ne de azıcık aşını çıkaracağı bir iş yeri açmasına yardımcı oldu. Anlayacağınız şimdi yalnızlar ve de çaresizler. Meclise yolladığı temsilciler hiç oralı değiller. Sahip çıkanları da susturmaya çalışıyorlar. Tütün üreticim böyle bir garip kıskacın içinde… Oldukça çaresizler. Bir de direnenler, hakkını arayanlar gözaltına alınıyorlar.

Aslında bu direnişin büyüyüp yayılmasını önlemek için bir gözdağıdır yapılan. Hak aramak anayasal bir haktır. Haktır da, “ya örnek olursa, ya yayılırsa…”korkusu var. Bu yüzdendir tutuklama… Ve de nedeni “watsap grubunda olmaları”ymış. Adelete karşı gelinmez, ne var ki gerekçe düşündürücü…

Zaten Adıyaman’lım buna akıl erdiremiyor. Çünkü çıkarılan yasalarla “Philip Morris korunuyor, vergiler düşürülüyor” diye düşünüyor.

Çünkü o yasalar “JTİ için çıkarılıyor, vergiler düşürülüyor.” Hepten usunu kurcalayan bu…

Adıyamanlıma göre bunlar yerli ve milli, Adıyamanlı Abuzer emmim ne yerli, ne de milli. Adıyaman toprakları sanki sınırlarımızın ötesinde bir yerlerde…

Oysa her seçim öncesinde, meydanlarda yankılanan söylemlerinde, tam tersi anlatımlar vardı. Adıyaman’ın ürettiği tütün serbest edilecek, herkes dilediğince tütün ekebilecekti. Aynen böyle demişti devleti yönetenler.

Demek istemiyorum, ne var ki herkesin usuna takılıyor; o meydanlarda attığınız nutuklar yalan mıydı? Sadece oyları alıncaya dek mi geçerliydi?

Sonuçta geldiğimiz nokta; İngiliz, ABD tütünü ülkemizde cirit atacak, Adıyaman’ın öz be öz tütünü yasaklanacak… Bu devlet bizim, bu ülke de bizim…

Önce benim halkımın sesi duyulmalı, önce benim halkımın aşı tencerede kaynamalıdır. Önce benim halkım gözetilmeli, önce benim halkımın alın teri parlamalıdır bu toprakların üstünde. Çünkü önceleri de dedelerinin kanları parladı bu topraklar üzerinde. Kemikleri sıralandı, toprağı sağlamlaştırdı, geçilmez yaptılar canlarını vererek. Bu nedenle öne çıkmayı, toprağı öncelikli kullanmayı hak ediyorlar.

Onları rahat bırakalım. 1980’lerden başlayan kısıtlamaları, tütün ithali serbestliğini sınırlayalım. Kendi halkımızın tütününü değil…

 

TÜTÜNCÜ ŞAİR

Ben Adıyamanlı bir garip tütüncüyüm

Adıyaman sokaklarında adımlarım sayılır

Tütün tarlalarını karış karış bilirim

Her yaprakta tırnağımın izi vardır.

 

Tütün çuvaldızı, tütün ipi, tütün yaprağı,

Hiç düşmez dilimden, tek tek sayarım

Ben bu tarlalarda doğdum

Tarlalarda pırpır çarpar yüreğim.

 

Cana can koydum bahtım yol oldu

Tütün yaprağına yazıldı yazgım

Adım adım arşınladım her yanı

Meğer burada yazılıymış kara yazım.

 

Tütün sarısını ben buldum

Alnımın yazısıymış sarı beniz

Ellerim nasır tuttu, belim kırıldı

Siz de yanarsınız, hallarımı bir görseniz.

 

Nemrutlu bir kız gördüm düşümde

Tütün sarısı saçlarını tarardı

Bakıra benzeyen teninde

Dünyayı yakacak sevda ataşı vardı.

 

Tütün tarlasında gün doğar

Ben kuş seslerini bir bir dizerim iplere

Adıyaman’ın tüm renklerini, bilir misiniz

Yüklerim güneş yüzlü tütünlere.

Mehmet Erbil

14.07.2021

www.mehmet-erbil.tr.gg

 

                                                                                                                                                               

 
  Bugün 107834 ziyaretçi (191798 klik) kişi burdaydı! SANATLA KALIN-SAĞLIKLA KALIN  
 
isteataturk.com Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol