SANATA GİDEN YOL KİŞİNİN BEYNİ, GÖZÜ VE ELİNDEN GEÇER. Mehmet Erbil
   
  Mehmet ERBİL
  ADIYAMAN: ERıİL'ıN NOTLARI
 

               "Bu sayfalarda yer alan yazı, belge ve fotoğraflar 5846 sayılı yasanın güvencesi altındadır. İzinsiz kullanılamaz."

            " Başkalarının emeğiyle kazandıklarını kendine mal etmekle, ihanet arasında pek büyük fark yoktur."   Alfred Taylor




YERLİ ÜRETİME AĞIRLIK VERİLMELİ

                Adıyamanlı her daim didinip durmuştur tütün tarlalarında, hatta hatta pamuk tarlalarında. Çünkü didineceği başka ürün kalmadı. Didineceği tüm ürünleri aldılar elinden, yok ettiler. Ekmeyeceksin, dikmeyeceksin dediler.

                Önce haşhaş ekimini yasakladılar. Bizim çocukluğumuzda bahçelerimizde boy salardı haşhaş. Biz çocuklar onların arasında büyüdük. Küçük kardeşlerimiz haşhaş kozalakları ile oynayarak büyüdüler. Bebeklere haşhaş kozalakları çıngırak olarak verildi. Elinde salladıkça, “hış hış” eden sesi bebeği oyalardı. Bebek bu sesi duydukça da elini heyecanla sallamaya devam ederdi. Oyuncak çıngıraklar bundan esinlenilerek yapılmıştır diye düşünüyorum.

                Arkasından pamuk yok oldu tarlalarımızdan. Hem susuzluktan, hem kota baskısından çileye dönüştü pamuk ekimi… Yanı başımızda akan Göksu ırmağına boynumuzu bükerek baktık, durduk. O su bir türlü Adıyaman topraklarını sulamak için getirilemedi. Oysa pamuk, bembeyaz küçük topaklar halinde açar, bu bembeyaz topakları toplar, bembeyaz bulutlar gibi, belimize bağladığımız eteklere doldururduk. Eteklerden de çuvallara doldurulur, Çukobirlik alım merkezlerine, eşeklere yüklenerek ulaştırılırdı. Aldığı bedelle, üreten ailenin az da olsa yüzü gülerdi. Pamuğun geriye kalan, sap dediğimiz gövdesi sökülerek evlerde yakacak olarak kullanılırdı. Tütün sapları da aynı şekilde yakacak olarak kullanılırdı. O ince saplar ekmek sacının altında yakılarak, yufkalar, taplamalar, katmerler pişirilirdi. Haşhaşın ekildiği dönemlerde taplamalar, iki yanlı haşhaşa belenerek de pişirilirdi. Tadı başka olurdu. Tadı başkaydı o günlerin. Biz eker, biz biçerdik, yerdik ağız tadıyla. Çünkü ne ürettiğimizi, ne yediğimizi bilirdik.

                Çok getirisi olmayan işlerdi bunlar. Boş durmaz, üretirdik ailece. Çoluk, çocuk herkes üretirdi. Ele güne muhtaç olmazdık. Başkalarına el açmazdık. Başkalarından ekmek ummazdık. Çünkü bilirdik ki, “… kimse kullanamayacağı eşeğe torba takmaz.” Bu nedenle kimsenin boynumuza torba takmasını beklemeden kendimiz üretir, kendimiz yerdik ki, hep başımız dik olurdu. Kimseden bir şey almadığımız için, başımızı onların önünde eğmek zorunda kalmazdık. Onurluyduk. Yarı aç, yarı tok olsak da kendi ürettiğimizle yetinirdik. Böyle öğrenmiştik, böyle yetişmiştik biz.

                Sonraları ne oldu dersiniz? Ekmeyen üreticiye, tarlasını, bahçesini boş bırakana para verilmeye başlandı. İnsanlarımız çalışmadan, yorulmadan aldığı paraya çok sevindi. Kulakları ağzına vardı. Bundan böyle terlemeden cebine para giriyordu. Keyfi yerindeydi. Oysa çocukları ve torunları, kendisinin yaptığı üretimi, ekim, dikimi bilemeyecek, domatesin kavakta yetişeceğini sanan bir kuşak yetişecekti. Ne var ki, ağzı kulaklarındaydı ya, yetiyordu ona. Kul olacağı, köle olacağı, el açacağı, onlar vermese bir şey bulamayacağını bile düşünemiyordu bu para alanlar. Hele buna ön-ayak olanların hiç mi ekonomi bilgisi toktu ki, bu köle olma, kul olma projelerini halkın önüne koyuyorlar.

                Sonuç ortada; saman dışardan, et dışardan, nohut dışardan, buğday dışardan… Say sayabildiğin kadar. Dışardan gelmese aç kalacağız. Olacak buydu. Halkı ele muhtaç duruma getirmek, ellere avuç açar koymaktı halkı. Ve de bunu başardılar.

                Oysa bu Ulus kurtuluş savaşını yapmıştı. Başarmıştı. Elinde avucunda bir şey yoktu o günlerde. Yok demediler. Buldu, buruşturdular. Bu Ulus kendine yaraşır bir şekilde alnının akıyla çıktı o çetin, zorlu savaşlardan. Daha ne mi yaptı? Fabrikalar yaptı tüm yokluklara aldırmadan. Uçaklar yaptı… Tren yolları yaptı. Okullar açtı. Halk mekteplerinde halkını aydınlattı, okur-yazar olmalarını sağladı. Tarlalarda binlerce harmanlar oluştu. Kendi ekmeğini, hem de alın teriyle çıkardı topraktan. Yüzlerde yorgunluk oluştu da, bana mısın demediler, o inançla sürdürdüler ekip biçmeyi. Kazançlarını kendi halkıyla bölüştüler,

İmeceyle verdiler omuz omuza…

                Ülke kalkındı, Osmanlıdan kalan borçlar ödendi, kendi gücüyle, alın teriyle ekonomiye yön verdiler. Elin lafına bakmadan, kendi uslarıyla yol aldılar. İyi ki öyle yaptılar. Doğru yolu, yöntemi bu nedenle çabuk buldular.

Düze çıktılar.

Sonra neler mi oldu? Siz yapmayın, siz üretmeyin, biz size daha ucuz vereceğiz dediler. Dediklerini de yaptılar. Getirdiler bizi bu günlere.

Getirdiler de, onlara el-avuç açar olduk.

Derim ki, halkımız tez elden uyana…

Mehmet Erbil








ADIYAMAN’DA KALE VAR MI?

                Kalede oturuyorum. Yani eskiden beri kale diye bildiğimiz yerde. Yan tarafa dört arkadaş geldi oturdular. Çok güzel söyleşi havasına girdiler. Söyleşilerinin yoğunluğu Adıyaman üzerineydi. Çok yakındaydılar. Konuşmalar Adıyaman üzerine olunca arada bir kulak misafiri olmaktan kendimi alamıyordum. Çünkü konuşulanları çok rahat duyuyordum. Bayan arkadaşlardan biri: “Bana kaleye gittin mi? Diye sordular.” dedi. “Ben ne kalesi? Adıyaman’da kale görmedim.” diye söyledim.” “Hani kentin ortasında bir tepe var ya! İşte oraya kale diyorlar.” diye yanıtladı.” beni dedi. İşte şimdi kaledeyim.

                Ne bilsin öğrenci arkadaşlar. Adıyaman Kalesi’nin nasıl olduğunu, ne hale geldiğini ne bilsinler. Onlar gördüklerine inanırlar. Çünkü artık Adıyaman’da kale diye bir şey kalmamıştı. Tepe olmuştu Hısn-ı Mansur’un Kalesi.

                Kaleler kitabında yıllar önce okumuştum; “İnsan eliyle en çok bozulan kalelerden biri de Adıyaman kalesidir” diye belirtiliyordu. Gerçekten bizim çocukluğumuzda evine toprak gerekenler gizli gizli kalenin toprağı alır kullanırlardı. Sonradan sıkı denetimler yapılarak bunun önüne geçilmişti. Ancak kalenin her yanı delik-deşik olmuştu. Kele yine de bu delik-deşik haliyle oldukça görkemli görünürdü. Gizemli bir duruşu vardı.

                Adıyaman il olduktan sonra gelen valilerden biri, Adıyaman Kalesi’nin yok olan surları yerine Kale burçları da olan yeni surlar yaptırdı. Beyaz taştan, kaleye benzeyen bir oluşum çıktı karşımıza. Yıllarca biz bunu yadırgamadan Adıyaman Kalesi diye baktık durduk. Yadırgamıyorduk çünkü kaleyi andırıyordu. Sadece taşları bembeyazdı.

                Kale yığma bir höyüktür. VII. Yüzyıl ortalarında Emevi Komutanı Mansur İbn-i Canava tarafından Bizans saldırılarından korunmak için yaptırılmıştır. Kale de bu nedenle komutanın adıyla anılmaktadır. Kalenin üç kapılı olduğu bilinmektedir. Daha sonraları kalenin etrafı bu gün yok olan evlerle dolmuş ve Adıyaman kenti böylece oluşmaya başlamıştır. Kaleden aşağı düzlüklere doğru genişleyen kent Adıyaman olarak bugünkü kimliğini kazanmıştır.

                Sözde restore çalışması yapılarak bu günkü tepe haline getirilmiştir. Sözlüklerde restore sözcüğü: Eski ve değerli bir yapıyı, onarıp eski haline getirmek anlamındadır. O günlerin yetkililerince kalenin bu günkü durumu restore sayılıyor.” O günlerin koruma kurulları neredeydi?” diye sormadan edemiyorum. Bir kendinize sorun bakalım:  Restore bu kalenin neresinde? Artık kale niteliği kalmamış, 25 metre yükseklikte bir tepe haline gelmiştir.

                Kulak misafiri olduğum arkadaş haklıdır. Daha sonra yanlarına giderek, kendilerine; kulak misafiri olduğumu, bu nedenle özür dileyerek, yukarıdaki bilgileri aktardım.

            İşte bu gerçek şimdi tüm çıplaklığı ile ortada değil mi? Öğrenci arkadaş haklı değil mi? Kente geldi, kale görmedi. Arkadaşı sorduğunda da görmediğini söyledi.

            Çünkü gören göz aldanmaz.

 

            Mehmet ERBİL (Adıyaman 05.09.2016)





BENİM ADIYAMAN’IMA Bİ HALLER OLMUŞ

Özlediğim Adıyaman’ıma  uça uça geldim. Kucakladım kentimi. Havasını soludum doya doya. Önce havadan baktım. Her yanı su…  Atatürk Barajı Gölü  güney yanını sarmış. Kuzey yanını da Çat Barajı kuşatmış.  Mavilikler, Adıyaman’ın yeşili ile kucaklaşmış. Mutlu oluyorsunuz , iyi ki de gelmişim diyorsunuz.

Ekinler biçilmiş, sararmış anızlar yukardan bakınca bir tablo gibi kucaklıyor sizi. Tarlaların bir ustanın elinde çizilmiş gibi görünen geometrisi okşuyor bakışlarınızı. Bir mimar gibi inceliyorsunuz tarlaların geometrisini.  Yer yer anızlar sürülmüş, yakılmış kimileri. Sarıların yanında ağır bir koyuluk oluşmuş.  Yanan anızlarla birlikte böcekleri, tarla farelerini, toprak içindeki mikro organizmaları düşünüyorsunuz ister istemez.

Derin düşüncelere dalıp, üzülüyıorsunuz.

Derken iniştesiniz ve servise atlayıp kente geliyorsunuz. Sıcaklardan bunalıp bir tas soğuk su içmek istiyorsunuz. Adıyaman’a gelince musluklardan akan buz gibi Gürlevik suyu karşılardı sizi. İçtikçe içerdiniz. Her Adıyamanlı suyuyla övünürdü, gurur duyardı. Ne var ki susuzluk karşılıyor sizi. Yılların ihmali, yılların iş bilmezliği, belki de beceriksizliği, elinizde olmadan kızdırıyor sizi. Kenti betonlaştırarak, kent dokusunu yok etmek başarıymış gibi övünenlere, elimde olmadan kızıyorum.  Kendi değerlerine sahip çıkamayan, kendi suyunu kullanamayan kent  yöneticilerine sert sert bakmaktan kendimi alamıyorum.  Arkasından düşünüyorum ki, oylarımızı vererek, onları; bizi yönetmeye biz getiriyoruz.  Suçu kendimizde bulup ,susmaya zorluyorum kendimi.

Sonraları çocukluğumu geçirdiğim, terzi çıraklığı yaptığım “Oturakçı Pazarı”nı dolaşıyorum.  Çok şükür yerinde duruyor. Bir iki el atılmış… Bu el atışlar zoraki bir görünüm içinde, fazla zorlanmış, estetik değil, yani estetik kaygı yok. Ortamın dokusuna uymayan bir zorlama var. Ne diyelim! Gören gözler karar versin.

Ve “Oturakçı Pazarı” günün koşullarına ayak uydurmak zorunda kalarak; bir “Curcına Pazar” olmuş.

Sevinilecek yan da gördüm Adıyaman’da. İl Halk Kütüphanesine uğradım. İçim aydınlıklarla doldu. Tüm salonlar okuyucularla doluydu. Öyle ki kimileri ayakta sıra bile bekliyorlardı. Çok mutlu oldum. Okuyan bir toplum olmak, aydınlığa uzanmak, karanlıklara savaş açmak demektir. İşte Adıyaman’da özlediğim görünümü görmüştüm. Görevli arkadaşları tüm içtenliğimle kutlarım.

Karamsarlığım bu görüntü ile bitti. Moralim yerine geldi. Kısaca Adıyaman’ın bu tür okuyan bireylere gereksinimi vardır. Okuyanlar çoğalıp, yetişerek göreve geldiklerinde yukarda karşılaştığım olumsuzluklar da giderek azalacaktır.

Umarım okuyanlar çoğalırlar.

Mehmet ERBİL (Adıyaman 04.09.2016)




Hacı Demirel, Bekir Okşak, Hüseyin Ekici

ADIYAMAN’IN AKÇADAĞ KÖY ENSTİTÜSÜ MEZUNU ÖĞRETMENLERİ

1940’lı yıllarda Adıyaman Malatya iline bağlı bir ilçeydi. Malatya Akçadağ Köy Enstitüsü kurulduğunda Adıyamanlı öğrencileri bu okul alıyordu. Okul 1938 yılında Eğitmen Kursu olarak açılmış. Şerif Tekben bu kursun şefidir. 1940 yılında Köy Enstitüleri yasası ile bu kurs, Köy Enstitüsü’ne dönüştürülür. Şerif Tekben Eğitim Başı (Eğitim Şefi) olarak görevlendirilir. Okul müdürü Şinasi Tamer’dir. Şerif Tekben 1942 yılında da okulun müdürlüğüne getirilir. Okul Akçadağ’ın Karapınar ve Yeşilyurt ilçesi Kırlangıç Köyü arazileri üzerine kurulmuş. Malatya’ya 30 km, Akçadağ’a 26 km uzaklığı vardır. Arazi bozkırdır. Ancak öğrencilerin tarım ve ziraat derslerinde yaptıkları uygulamalarla yeşererek, bağlar, bahçeler oluşmaya başlamış. Yine öğrencilerin yaptıkları yatakhane, yemekhane, işlikler ve dersliklerle küçük bir kasabaya dönüştü. Öyle ki Sultan Suyu ırmağı kenarında bir Hidroelektrik santrali da kurarak, her şeyi ile kendi kendilerine yeten bir kuruluş oldu. O yıllar kıtlık yıllarıydı. Bu nedenle diğer Köy Enstitülü öğrenciler gibi, Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencileri de devlete yük olmadan kendi üretimlerini gerçekleştirip zorlukları yenmeyi başardılar. Tarlardan buğday ve arpa elde ettiler. Oluşturdukları bahçelerden sebzelerini elde edip, yemekhanenin mutfağında yemeğe dönüştürdüler. Ahırlar oluşturarak hayvanların sütünden yararlanıp peynir yaptılar. Kümeslerinde tavuk besleyerek yumurtalarından yararlandılar. Şerif Tekben’in çabaları ile kurdukları matbaada kendi şiirlerini, öykülerini yazıp, kendilerinin çıkardıkları dergi sayfalarında paylaştılar. Derginin adı “Akçadağ” idi. Bu matbaa ilgisi Akçadağ mezunu rahmetli Nakip Üstün’ü de sarmış olmalı ki, Adıyaman’da bir süre matbaa işleri ile uğraştı.

Onların çalışkanlığı ve iş bilir olmaları okulda aldıkları pratik ve teknik uygulama veren işliklerde gördükleri derslerin sonucudur. Bu nitelik, onların eli öpülecek öğretmen olarak yetişmelerini sağladı.

“Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik”(1)adlı kitabımı oluştururken çok büyük bir eksikliğim vardı. Çoğunu öğrenci iken tanıdığım, Akçadağ Köy Enstitüsü mezunu öğretmenleri yazamamıştım. Oysa onlar, Yeniyol (Cumhuriyet)İlkokulu’nda öğretmenlerim ve okulun yöneticileri idiler. Daha sonra Bir Aralık İlkokulu’na geçmiştik. Burada da öğretmenlerimin çoğu Akçadağ Köy Enstitüsü çıkışlı idiler. Çocukluğumuzun ve öğrenciliğimizin heyecanı içinde, onların öğrettiklerini öğrenmeye çalışıyor, onları canla başla dinleyip öğreniyorduk. Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünde okurken bu öğretmenlerimle yakın ilişkiler içinde oldum. Çünkü ben de öğretmen olacaktım. Bu ustalardan yararlanmam gerektiğini seziyordum. Bazen onlarla derslere giriyor, uygulama(staj) yapar gibi, onlardan öğretmenliğin ilkelerini öğrenmeye çalışıyordum. Bu günlerde çok keyifli ve bilgi dolu dönemler yaşıyordum. Bekir Önder, Nakip Üstün, Ali Taş, Ali Yaşar, Mehmet Görücü, Hasan Tunç, Abdurrahman Karalök, Ali Karalök, Mehmet Özdüzen, Tevfik Baykan, Hacı Uzun, Mustafa Boybey, Abdullah Ünal, Yusuf Çetin ve Bekir Yıldırım gibi öğretmenleri unutmak olası değil. Daha adını sayamadığım öğretmenler de var. Onları da saygı ile anıyorum.

İşte Adıyaman’a her gidişimde bu anılarla dolup taşarken, bir gün arkadaşım M. Hacı Gelir, yaşayan Köy Enstitülüleri, bu eğitim çınarları ile bir araya gelmeyi planladı. Buna büyük bir özlem duyduğunu biliyordum. Bekir Okşak o çınarlardan biriydi. Akçadağ Köy Enstitüsü’nden mezun Hacı Demirel ve Hüseyin Ekinci öğretmenleri de alarak Bekir Okşak öğretmene gitmeyi planladık. Bu üç öğretmen de yaşlıydı. Bekir Okşak ve Hacı Demirel 91, Hüseyin Ekici 86 yaşındaydı.

Hacı Demirel, ilkokulu bitirdikten sonra köy yazmanlığı (katipliği) yapıyordu. Bir gün okula uğradığında Akçadağ’daki okuldan söz ettiler kendisine. Okuma aşkıyla doluydu. Hemen harekete geçmiş. Ancak okula nasıl gittiğini, nasıl kaydolduğunu anımsayamıyor. Yaşı biraz büyüktü. Belki bu nedenle öğrenci başkanlığı seçimlerinde okul başkanlığını hep o alıyordu. O dönemlerde okul başkanı yetkileri çoktu. Bir yönetici gibi tüm öğrenci işlerini bu başkan ve diğer kol başkanları yürütürdü. Öğretmen ve yöneticiler işlerin düzenli yürütülmesini salt denetler, hiç etkileme girişimlerinde bulunmaz, öğretmen olacak bu adayların her şeyi öğrenmeleri bu yolla sağlanırdı. İşte Hacı Demirel, öğrenci başkanlığını uzun süre yürütmüş, deyim yerindeyse tam bir yönetici nitelikleri ile donanmıştı. Bu nedenledir ki, öğretmenliği ilk beş yıl sürmüş, geri kalan yılları tümden okullarda yönetici olarak sürdürmüştür.

Hüseyin Ekici öğretmen Akçadağ’a nasıl gittiğini anımsayamıyor. Ancak kendisini önce okula almıyorlar. Geç gelmiştir diye düşünüyorum. Geri dönerken kendisine, “Git Hacı Demirel’i bul. O öğrenci başkanı, seninle ilgilenir. Hem de Adıyamanlı. “  Bu öneriye uymuş, Hacı Demirel’i bulup durumu anlatmış ve Hacı Demirel’in ilgisiyle okula kaydı yapılmış.”O olmasaydı beni okula almayacaklardı ve okuyamayacaktım” diyor.

Bekir Okşak, Hasankendi köyünde uzun süre öğretmenlik yapmış. Askerlik görevi için ayrılmış. Askerliği bitnce başka bir yere atanacakken, Hasankendi köylüleri onu bırakmayıp, yeniden kendi köylerine atanmasını sağlarlar. Severek uzun süre burada çalışır. Arkasından Yeniyol(Cumhuriyet) İlkokuluna ataması yapılır. Öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. Bir süre de Yetiştirme Yurdu müdürlüğü görevinde bulundu ve buradan emekli oldu.

Evine gittiğimizde hasta yatağında dinleniyordu. Bizleri görünce heyecanlandı. Hemen kalktı. Arkadaşlarına baktı, gözleri doldu. Bir süre konuşamadan onları izledi. “Beni çok duygulandırdınız” diyebildi. Bir süre durdu, arkadaşlarına sevgiyle baktı.

Birlikte kendi dersliklerini, yatakhanelerini yapmışlardı. Açtıkları çukurlara ağaçlar dikerek okulu birlikte ağaçlandırmışlar, birlikte sebze ve tahıl yetiştirmişlerdi. Coşarak anlattılar. Üçü de yapı kolu mezunuydular. Yapıcı olarak yetişmişlerdi. Gittikleri köylerde okul yapısı yoksa yaparlar, yıkıksa onarırlardı. Tuttukları her işte köy halkına örnek olmuşlar, bağlar, bahçeler dikmişler. Hayvan bakımı ve sağlığı konusunda yol göstermişler, gerektiğinde kendileri de hayvan besleyerek köylüye örnek olmuşlar. Bunları anlatırken o günleri yeniden yaşıyorlar gibi heyecanlıydılar. Ve de mutluydular. Çünkü aydınlanma görevlerini tam olarak sürdürmüş, binlerce öğrenci yetiştirmişler.

Yaşlıydılar.

Yorgundular.

Ne var ki, her şeyden önce yaptıkları ile mutluydular.

Onların bu mutlulukları bizi de mutlu etti. Bekir Okşak öğretmenden istemeyerek izin diledik. Yorulmuşlardı.

Bekir Okşak öğretmenin ellerini öperek oradan ayrıldık.

Bu öğretmenlerimize sağlıklar diliyoruz.

(     (1)    Mehmet Erbil, Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik, Payda Yayıncılık, Ankara 2014.

 



Adıyaman Kitap Günleri 13-17 Mayıs 2015


ADIYAMAN KİTAP GÜNLERİ

                Adıyaman’dayım. Çok güzel bir rastlantı oldu. “Adıyaman Kitap Günleri” var. Hemen uğradım. Tanıdık Feride Bektaş’la kendi bölümlerinde oturduk. Gördüğüm bir gerçek vardı. O da “Adıyaman Kitap Günleri”ne ilgi çok büyüktü. Öğretmenler, öğrenciler, halktan okumayı sevenler, kitap günlerine katılan yazarların yakınları akın akın geliyordu.

Çokca kitap satın alınmasa da, yazarları, kitapları görmek önemliydi. En azından tanıyor, kitaba dokunuyor, yazarla yüz yüze konuşma fırsatı buluyorlar. Kısaca kitap ve yazar adlarını akıllarına sindirebilmenin tadını alıyorlar.

                Sonradan öğrendim ki, burası “Sanat Sokağı” imiş. Çok heyecanlandım. “Sanat Sokağı “ süreklilik isteyen bir kavramdır. En azından ayda bir etkinliklerin yapılması ya da sürekli olması gereği vardır.

                İlkin 23 Nisan’da yapılmış. “Adıyaman Çocuk Oyunları” üzerinde ağırlıklı durulmuş. Adıyaman’a özgü gelenek ve görenekler sergilenmiş, çocuk oyunları gösteriler şeklinde sergilenmiş. Duyunca daha bir heyecanlandım. Ne var ki, burada olmadığım için etkinlikleri kaçırmıştım. Ancak “Adıyaman Kitap Günleri”ne yetiştim” diye kendimi böyle teselli ettim.

                Ve de ne güzel Adıyaman’da Sanat Sokağı var demekten kendimi alamadım. Tanıdıklarımla konuşurken “Bunu sürdürün, lafta kalmasın, sık sık etkinlikler yapınız” demekten kendimi alamadım. Çoğunluk gençlerden oluşuyordu. Umarım tuttuklarını koparırlar.

                Bu çok mutlu olduğum olay nedeniyle, emeği geçen yetkililere, yönlendirenlere, özellikle de emeği ile katkıda bulunanlara içtenlikle teşekkür ederim.

                “Sanat Sokağı” çadır düzeni ile oluşturulmuş. Bunun kalıcı olması için, daha sağlam ve korunaklı bir sistem gerekir. “Sabah ser, akşam topla” yöntemi ile bu iş kalıcı olmaz. Orada mekan tutan sanatçı, günlerce, haftalarca hatta aylarca etkinliğini sürdürebilmelidir. Kesintiye uğramaması gerekir. Bunu kalıcı ve sürekli hale getirmek için “Çaba harcayın” derken bunu amaçlamıştım. Geçici heveslerle oluşturulan, kısa süreli eylemlerle “Sanat Sokağı” kavramı pekiştirilemez.

                Yetkililere kısa bir not düşmek istedim. Kalıcı olmak, beyinlerde yer etmek istiyorlarsa; sanatçılarına ve üreten insanlarına ortam hazırlamalıdırlar. Bunun sonucunda kazanan yerel yöneticiler olacaktır. Uslarda kalıcı olarak, koruyucu, kollayıcı niteliklerle anılacaklardır.

                Bu nitelikli yöneticilere Adıyaman’ımızın her zamankinden daha çok gereksinimi vardır. Ben böyle düşünüyorum.

                Sizler ne dersiniz?               

Mehmet Erbil




              Adıyaman Kalesi otantikliğini yitirdi. Düz, çimlendirilmiş bir tepe halinde. Etrafı da çirkin taş duvarla çevrilmiş. Gözü yoran, izlenmesi hiç de zevkli olmayan görüntü veriyor. Aslında burası bir höyüktü. Dış yapısıyla, yer yer çevrasindeki oyuklarıyla , doğu ve kuzeye bakan yamaçlardaki toprak evleriyle ilginçti. İrkilerek, içiniz ürpererek bakardınız. Şimdi düzlenmiş yemyeşil bir tepe.
            Kitap günleri için kuzeyinde bulunan sokak verilmek istenmemiş. Kale bir höyük ya, ondan. Sonra araya girilmiş falan, izin koparılmış koruma kurulundan. Sanki varmışlar gibi. Kale yıkılıp, düzelenirken nerdeydiniz demek geliyor içimden. Ayrıca bu Adıyaman Koruma Kurulu Üyelerini tanımak isterdim. Necidirler, nicedirler bilmek isterdim. "Birileri tepeden inme yönlendiriyor mu onları" diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kusura bakmasınlar. Kale tıraşlanırken nerdeydiniz?
            Kaleler kitabında okumuştum. "İnsan eliyle en çok bozulan kalelerden biri de Adıyaman kalesidir." diye yazıyordu. Haklı değil miydi yazar?
           Son günlerdeki görüntüsü içimizi yakıyor. Çİmlenmiş bir tepeye dönüşmüş. İzin verenler utansın demekten kendimi alamıyorum. Bu haliyle Adıyaman Kalesi (kendimi zorlayarak kale diyorum) "dışı bizi yakar, içi arkeologları" diyorum ve noktayı koyuyorum.

 

Adıyaman Kalesi(!) son durum





Fotoğraf: Mehmet Erbil
                           PERRE

 

       Şirin bir yer. Halkın mesire ve eğlence yeri olarak bilinir. Kendi halinde bir yöre iken Adıyaman’ın mahallesi oldu. Derken çok önemli bir mozaik kalıntısı bulundu. Dikkatler yeniden Pirin üzerine yoğunlaştı. Perre kenti  mezar kalıntıları temizlenmeye başlandı. Toprak altında kalmış bölümler gün ışığına çıkarıldı. Halkın ilgisi giderek arttı. İnceleme gezileri yapanlar çoğaldı.



Pirinli Mustafa (Fotoğraf: Mehmet Erbil)

   
    Şimdilerde kalıntıların çevresi duvarla çevrilmeye başlandı. Bu duvarlar kalıntıların korunması, taşlarının kırılıp inşaatlarda kullanılmasını önleyecek.

      

Roma Çeşmesi  (Fotoğraf: Mehmet Erbil)

       Ayrıca Roma Çeşmesi ilk etapta (Eylül 2014) çevresindeki evler kaldırılarak düzenlenecek. Bu alanda da çevre kazıları yapılacağını umuyorum. Çünkü yerleşim alanlarının temizlenmesi yeni bulguları gün ışığına çıkaracaktır. Perre kenti yerleşim birimlerine ulaşılacağını umuyorum. Çevredeki buluntuların ve kalıntıların sonucu olarak böyle bir sonuç kaçınılmaz bir durumdur. Önemli olan bu bulgularla tarihsel anlamda yeni bilgilerin de gün ışığına çıkarılması ve tarihe yeni notlar düşülebilmesidir.



Pirinli Abdo (Fotoğraf: Mehmet Erbil)

       Pirin’in dost insanları 2014 yılının eylül ayı ile birlikte bu güne değin yaşadıkları, mutlu oldukları, acılarını paylaştıkları, karınlarını doyurdukları bu topraklardan ayrılmaya başlayacaklar. Kolay olmayacak elbet, ne var ki, tarihe ışık tutacak yeni bilgilerin elde edilmesine ortam hazırlayacaklar. Bu da onların mutluluğu olacaktır diye düşünüyorum.




Fotoğraf: Mehmet Erbil: Adıyaman Oduncu Pazarı 1969

         ADIYAMAN ODUNCULARI

Çocukluk yıllarımızda gece geç saatlerde sokaklardan gelen patırtılara uyanırdık bazen. Büyüklerimiz oduncular geçiyor derlerdi. Arada bir pencereden bakar nasıl olduklarını anlamaya çalışırdık. Gecenin karanlığında ne denli seçebilirsek o denli görürdük. Görmemizle kaybolmaları bir olurdu. O denli hızlı hareket ederlerdi ki, bazı arkadaşlarının onların ardından koştuklarını görürdük. Hem yakalanmamak hem de bir an önce odunları satacakları yerlere ulaştırmak çabası içinde olurlardı.

Yine bazı geceler bu seslerin daha az duyulduğuna da tanık olurduk. Katırların sessizce geçmesi, ayaklarının yol taşlarına değdikçe gürültü çıkarmaması gerekirdi. Bekçiler yakalardı, ceza alırlardı. Çünkü odunlar kente kaçak getiriliyordu. Bu nedenle katırların ayakların bez sararak gürültüyü aza indirmeye, engellemeye çalışırlardı. Odun kaçakçılığının serüveni buydu Adıyaman’da.  Mahalle fırınlarımızın tümü odun ateşiyle ekmek pişirdiği için, oduna büyük gereksinmeleri vardı. Kaçak odun getirenler fırınlara atılacak büyüklük ve incelikte odunlarını baltayla hazırlar, gece olunca da katırlarına yükleyerek şehre yönelirlerdi. Sabahın ilk ışıkları sokaklara vurmadan kentte olmaları gerekiyordu. Fırıncılar o erken saatlerde fırınlarını açar, fırın ocağını yakar, hamurlarını hazırlarlardı.

Biz bu odun kaçakçılarının sesleri ile gecelerimizi sonlandırdığımızda, odunlar yerlerini bulmuş olurdu. Okula gitmeden mahalle fırınımızdan aldığımız sıcacık “çarşı ekmeği” (tırnaklı pide) bu odunlarla pişirilip bizlere sunulurdu. Yanında isot kebabı, domates, bazen patlıcan pişirtir ekmekle birlikte fırından alır, ellerimiz yana yana evimize koşardık.



Fotoğraf Mehmet Erbil: Sabah kahvaltısı hazırlığı

Bu anılarımızı canlandıran heykel yapıldı Adıyamanda. Memleketim gazetesinden alarak ekliyorum buraya.(16 Nisan 2014)



Bu oduncular heykel grubunun kaldırıldığını üzülerek öğrendim. (04 Haziran 2014)


ADIYAMAN DEMİRCİLERİ

 Loş, uzun bir dükkan. Zemin toprak. Kepenkler ahşap, iki yana açılarak ya da üst üste katlanarak yukarı kaldırılıp, yandan duvara iki çengel iki ayakla askıda durdurulurdu. Bu aynı zamanda dükkanın önüne gölgelik yapardı.

 Kenarda duvarla bitişik, girişte sağda körük ve ocak bulunurdu. Körük “puf puf” sesleriyle ateşi alevler, demirin tav alması için kor haline gelmesini sağlardı. Körüğü çalıştıran iki büyük kanat, geri çekilip içi hava ile doldurulur tekrar ileri itilerek hava kömürle yeterince doldurulmuş ocağı bolca ve kuvvetli olarak üflerdi.

 Kor gibi ateş parçası haline gelen demir örse alınarak, işin büyüklüğüne göre tek ya da iki usta karşılıklı çekiçlerle bir orkestra elemanı gibi ritmik vuruşlar yaparlardı. O çekiç  seslerini dinlemek haz verirdi insana. Alın terleri, kalın bilekler, kalınlaşmış pazılarla ustaların demirle savaşı sürer giderdi. Defalarca tekrarlanan bu savaş onların galip gelmesiyle sonuçlanırdı. Gözler parlar, gözler mutlu bir gülümseme ile iş başarmanın ve iş bitirmenin coşkusunu yansıtırdı. Yapılan işler ve ya bozulan bir parçanın yeniden yapılması ya da onarımı olurdu. Çoğunlukla da kendi buluşları olan bir kullanım aracı yaparlardı. Nal, kapı kilitleri, demirden halka biçiminde yapılan kenarları çırtikli ahşap kapı perçinleri, kapı menteşeleri ya da özenle dövülüp şekillenerek hazırlanan birbirine geçmeli pencere demirleri sayılabilecek işler arasındaydı.

 Şimdilerde demircilerin uğraşıları ve yöntemleri çok değişti. Hazır biçimler ya da kaynakla yapılan demir doğrama işleri ağırlık kazandı. Bazıları da çelik kapı üretimine yöneldi.

 Demirciler çarşısında o eski günlük telaş hala sürüyor. Hareketlilik nüfus yoğunluğu nedeniyle daha fazla görülüyor.

 Onlara sağlıklı ve kazançlı günler diliyorum. Güçleri bol ola.

                                        Mehmet Erbil Ankara 21.06.2007

Adıyaman Müzesinden
Fotoğraf: Mehmet Erbil

DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKALIM

18.10.09 pazar gecesi Star Tv İbo Sov pragramında iki konuk var. Müslüm Gürses(Müslüm Baba) ve Sabahat Akkiraz. Programın akışı içinde 19.10.09 saat 00.50 civarında, İbrahim Tatlıses Müslüm Gürses'e methiyeler yağdırmaya başladı. Öyle türküleri var ki diye söze başladı. "Bakkal Mahmudun Kızı " diye devam etti. Bu Urfa türküsü diye ekledi. "Hayır Adıyaman" diye yanıtladı Müslüm Gürses. Tatlıses, " Yok, ya Urfa ya da Diyarbakır" diye diretmek istedi. "Adıyaman, Adıyaman" diye dik duruşuna devam etti Müslüm Gürses. Elbetteki türkü Adıyaman türküsüydü.
Nedense böyle bir alışkanlık var çevrede. Sarılırlar, tuttururlarsa sahiplenirler.
Bunun bir benzeri de "Kımıl" oyunumuz için yapılmıştır. Yaşar Doruk (Öğretmen arkadaşım) Kültür bakalığında çalıştığı yıllarda Urfa ile ilgili bir çalışmasında "Kımıl" oyunumuzu Urfa diye göstermişti. Bu Urfa değil Adıyaman oyunlarından dediğimde ise kaynak kişi olan Hasan Rastgeldi'yi göstermişti. Hasan Rastgeldi'ye (Gazi Eğitim Enstitüsü'nden sınıf arkadaşımdır) sorduğumda Urfa'da da oynanıyor yanıtını almıştım. Çok ucuz bir sahiplenme. Oynanmak başka o yörenin malı olmak, kaynağı olmak başka... Bu oyun Adıyaman'ındır. 1968'lerde rastladığım Pertev Naili Boratav'ın bölgelere göre açıklamalar yaptığı folklör kitabında da "Kımıl" Adıyaman oyunu olarak yer almaktadır. Adıyaman'lım uanık olmalı, bu tür ucuz sahiplenmelere yer bırakmamalıdır. Bu iş özellikle de Halk Dansları ile ilgilenen araştırmacı kişilere düşmektedir ki, yok edilen kültür değerlerimize yenileri eklenmesin. Yaratıcı unsurlar, ulusun varlığının kanıtıdır. Kanıtları yaşamayan uluslar ölmüş, yok olmuş demektir. Varlığımızı diri tutmak için tüm değerlerimize sahip çıkalım. 
                                                            Mehmet Erbil (19.10.09)

ADIYAMAN’DA BOYACI HACI USTA (‘)

YA DA BATİK ÇALIŞMALARI

 


Mustafa Türkoğlu arşivinden


Amcamın yanına terzi çıraklığına gittiğim yıllarda yan dükkanda bir Hacı Usta vardı. Yaptığı işler ilgimi çeker dikkatle izlerdim. Yere oturur önüne koyduğu kısa ayaklı masaya benzer yüksekce bir yüzeye beyaz bezi serer, kıvrım kalmayacak şekilde düzeltirdi. İçerden özenle taşıyıp getirdiği bir kap olurdu. Bu kabı getirirken dökmemek için özel bir çaba harcardı. Yere koyar, masanın başına oturur, eline aldığı bir tahta parçasını bu kaba batırır bezin üzerine bastırır ve kaldırırdı. Bu işlemi yan yana, bazen alt alta düşünerek, izleyerek yineler dururdu. İşlem bitince de dükkanın içine girer köşede bulunan bir geniş kabın içine dikkatle daldırırdı.  Bir süre kumaşı o kabın içinde yine dikkatle alt üst ederek çevirirdi. Bir süre sonra çıkardığı kumaşın iyice süzülmesini bekler ve başka bir kaba daldırıp çıkardı. Bu işlem üçünçü kabda son bulurdu. Buradan çıkarınca da kurumaya bırakırdı. Tahta kalıpla mumlanmış yüzeyler, kalıptaki desene göre beyaz olarak çıkar, boyayı sadece mum değmemiş yüzeyler alırdı.

 

İşte o zaman görürdüm ki, tahta ile işlem yaptığı yerler beyaz kalıyor, diğer yerler boyanıyordu. Bu renk genelde çivit mavisi denen bir mavi renk olurdu. Sonra ben bu yapılan boyama işlerini köylü kadınların önlerinde bağlı olarak görürdüm. Biz buna önlük adını verirdik. Bugün bile bu önlükler hala kullanılmaktadır. Bir fark var, ozamanlar gereksinimden dolayı kullanılırdı, şimdilerde ise Adıyaman Halk Oyunları ekibinin kızları önlük olarak kullanmaktadırlar.

 

Yöresel Bebek Yapımcısı Zahide Durmaz (28.06.2013)

Gazi Eğitim Enstitü’sünde okurken benim çocukluğumda gördüğüm, ilgimi çeken bu boyama yöntemi sonradan karşıma “Batik” olarak çıktı. Ülkemize yeni girmiş bir sanat dalı olarak anlatılıp benimsetilmeye çalışılıyordu. Şaşırmamam elimde değildi. Hocama olayı anlattığımda umursamaz bir tavır aldı. Oysa avrupadan ülkemize geldiği söylenen bu sanat  yıllarca ve de yıllardır benim okuma yazma bilmez ustalarım tarafından kullanılmaktaydı. Yaptıkları işler de işlevsel olarak halkın kullanımında değerini bulmakta.
                                            Mehmet Erbil 11.07.2011 Salı

 

(‘) Hacı Yenidoğan

 



Palanlı Mağarası

PALANLI MAĞARASI
Anadolu’da ilk kaya resimlerinin bulunduğu yer olarak dikkat çeker.Doğal bir mağaradır ve Paleolitik Dönem'de (M.Ö. 40.00) kullanılmıştır. Palanlı, il merkezi Adıyaman’a 10 km uzaklıktadır. Adıyaman Çelikhan-Malatya Karayolu'nun solunda yer almaktadır. Mağarada kaya üzerine birkaç dağ keçisi çizilmiştir. Çevrede bunlara benzer başka resimler de bulunmuştur. Ancak konuları çeşitlilik göstermez ve sayıları azdır.
 
Çevrede arkeolog Prof. Pittard ile Ş.A. Kansu ve Hamit Zübeyr Koşay kazılar yaparak, inceleme ve araştırmalarda bulunmuşlardır.
 
Eski taş çağına ait olan bu resimlerin, buralarda ilk insanların yaşamış olduğunu belirlemiş olması yönünden önemlidir ve oldukça dikkat çekicidir. Bu çağ insanları taşı kabaca işlemesini biliyor ve çakmak taşından araçlar yapabiliyorlardı. Bu nedenle Pirin çevresinde de bulunan çakmak taşlarından yapılmış araçlarla ortak yanları bulunmaktadır. Öyleyse Adıyaman ili ve çevresi tüm bu buluntuların ışığında değerlendirilirse, yazının bulunuşundan önceki tarihleri yaşadığı gerçeği ile bir kez daha karşılaşmış oluruz.
                                                                     Mehmet Erbil 


Palanlı Mağarası

          Mağara yolu zorlu bir yol. Tepeye keçi yollarından tırmanmanız gerekiyor. İrili ufaklı taşlardan ayaklarınız kayıyor. Çok dikkatli tırmanmanız gerekiyor. Çok yoruluyorsunuz. Ne var ki tepeye, mağaraya varınca yorgunuluğu unutuyorsunuz. Görülmeye değer bir yer. Hele tarih biliyorsanız, arkeolojiye ilginiz varsa geçmiş alır götürür sizi.
          Görülmeye değer, neolotik çağdan kalan 4-5 yer kalıntılarından biri.


BU GECE KÖZ DÜŞECEK
 
Yaşlılar oturmuş kendi aralarında konuşup, tartışıyorlardı. Közlerin yakında düşeceğinden, bundan böyle havaların ısınacağından söz ederlerdi. İşte yine böyle bir tartışmaya tanık olan çocuk onları dikkatle dinler. Ne dediklerini pek anlamaz ama, "yarın gece köz düşecek" dediklerini anlar. Yarını sabırsızlıkla bekler. Ertesi günün gecesi gözüne uyku girmez. Çıkar sokağa bakar durur gökyüzüne. Közün düşmesini bekler saatlerce. Ama göremez. Belki bu gece düşer diye, ertesi gece yeniden beklemeye başlar. Yine göremez közün düştüğünü. Ne var ki, havalar ısınmaya başlar ve közün düşmüş olduğuna karar verir.
 
Çocuk bu yıl göremedim, gelecek yıl görürüm diye beklemeye karar verir. Ne bilelim belki gelecek yıl közü düşerken görür de merakını giderir.
                                                                       Mehmet Erbil


        NEMRUT DAĞI'NIN ÇİLESİ





Fotoğraf: Mehmet Erbil

Ankara'da bazı yerlerde yukardaki afiş yer alıyor. Malatya günleri duyurusu bu.. Yasayı bile anlamamazlıktan gelmenin kanıtı.

Malatya'lılar siz Nemrut Dağı heykellerini Ankara'ya getiremezsiniz gücünüz yetmez. Danıştay kararına karşın bu direnmenizin amacı nedir? Çat barajı Adıyaman topraklarında sizin için yapıldı, Adıyaman sizin yararınıza olan bu baraj için topraklarından oldu. Bari bırakın da Adıyaman Nemrut Dağı'nı bağrına bassın. Tüm kaynaklarda Adıyaman olarak yer alan bu dünya harikasının rahatını bozmayın, bozmaya da yasa gereği hakkınız yok. Herhalde il olarak yasaya da saygınız yok, yasayı da anlamak istemediğiniz anlaşılıyor. Yazık, çok yazık... Bundan böyle gerçekleri kabullenin, tartışmayı sürdürmenin bir yararı yok... 
        Mehmet Erbil 03.10.2010

 

 Bir köşker (Mustafa Türkoğlu arşivi)

ADIYAMAN KÖŞKERLERİ

Oturakçı pazarı dükkanlarında yer alan köşkerler benim çocukluğumun anılarında yer alan en önemli yerlerdir. Derileri keserken, onları köseleye dikerken , bizi tükrükleyip –benim aklımda böyle kalmış- iğnenin geçeceği deliği açarken, bizi çıkarırken, delikten iğneyi geçirirken onları izlemek bende büyük bir hayranlık uyandırırdı.

 
Fotoğraf: Mehmet Erbil

Dikiş ipleri ayrı bir özenle hazırlanır, dakikalarca balmumu sürülerek geçirilir, ipler böylece sağlamlaştırılırdı.

 Arada bir kısa gelen deri ya da kösele suya daldırılıp el ve dişlerle çekiştirilerek biraz uzaması sağlanırdı. Bu nedenle hiç aklımdan çıkmayan bu konuda söylenen bir tekerleme vardı:

 “Çek uzansın beş para kazansın.” Derlerdi köşkerler için.

 Genelde önlerinde deriden yapılmış kalınca bir önlük olur, deri kesmede kullanılan falçata, kösele yontarken, topuk düzeltirken göğüslerini korusun diye özenle kullanılırdı.

 Önlerindeki tezgahta küçük küçük gözler ve onlarda yer alan çiviler vardı. Ayakkabıya ya da topuklara çivi çakılacaksa, köşker ağzına birkaç çivi alır, çaktıkça ağzından çiviyi çıkarıp tekrar çakmaya devam ederdi. Bunu dikkatlice yapar, ayakkabıcı örsü üzerinde çakarak içe gelen uçların ayaklara batmaması için özen gösterirlerdi. Yani çiviler iç kısımda kıvrılmış olurdu.

 “Pöçüklü Yemeni”  en çok bildikleri ayakkabı işi idi. Hali vakti yerinde olanlar potin ya da iskarpin denen ayakkabılar yaptırabilirlerdi. Bunu da her zaman yeniden yaptıramaz, altı delindiğindeyse yeni pençe yaptırarak giyerlerdi. Köşkerlerin işleri iyi diye düşünürdük.

 
Ancak Antep’in “soğukkuyu” lastik ayakkabıları çıkana dek saltanatları sürdü. Sonra birer birer dökülmeye başladılar. Köşkerliklerini yapamaz oldular. Arkasından “naylon tıkırlar” çıktı piyasaya. Oldukça ucuzdular. Köşkerlerin işleri tümüyle bozuldu. Bir bir işlerini terk ettiler.

Onlardan babamın da iyi ahbabı (arkadaşı) olan “Köşker Kel Mahmut” amcayı hiç unutamam. Kalın gözlüklerini takar, önüne önlüğünü giyer geçerdi tezgahının başına.

Derileri keser, sündürür(uzatır), yapıştırır, çiviler, çakardı. O’nun her zaman yapacağı bir işi vardı, hiç boş durmazdı. Bunları yaparken de, şakayı seven bir tip olduğu için konuşur esnaflara laf atar şakalaşırdı. O’na ve bu çarşıda yer almış, şimdilerde yaşamayan öbür dünyaya göç etmişlere Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsınlar.

Şakalarınız, espirileriniz, esnaflık anlayışınız, dayanışma içinde oluşunuz hala bu çarşı içinde, çarşının sokaklarında yankılanıyor.

Sizlerin o yakın ilişkileri olmasa da çarşı da yaşam sürüyor.

 

Fotoğraf: Mehmet Erbil

Bugünkü curcunaya baktıkça o günleri özlediğimizi görüyoruz.

                                Mehmet Erbil 24.07.2011 Pazar

 

Adıyaman Terzileri(Babam Ali Erbil ceket prova ediyor, solda amcam Hüseyin Erbil dikiş dikiyor)

ÇOCUKLUĞUMUN ADIYAMAN TERZİLERİ

Aklım yeni yeni ermeye başlıyordu. Yaz aylarında boş durmayalım, sokaklarda aylak aylak gezmeyelim diye bizleri (çocukları) esnafların yanına çırak olarak verirlerdi. Ne yapacağımızı bilmeden gider gelirdik. Ben terzi olan rahmetli amcam Hüseyin Erbil’in yanına giderdim. Bir de ortağı rahmetli Fadıl usta vardı.

Dükkan oturakçı pazarında (neden oturakçı pazarı denmiş, bir bilgim yok), kemerli küçük bir dükkandı. İki yanda dikiş makineleri vardı.  Eski ayakla çalıştırılan makinelerdi. Şimdi markalarını anımsayamıyorum. “Singer” marka olmalıdır diye düşünüyorum. Bir de kumaşların biçildiği, üzerinde çizim sabununun yer aldığı tezgah vardı. Üstünde de duvarda küçük bir raf. Makas, kumaş parçaları gibi ufak tefek malzemelerin yer aldığı bir raftı bu.

Ütüyü özellikle belirtmem gerek. O zamanlar hep o ütüler kullanılıyordu. Onlara “Kömürlü Ütü” deniyordu. Yine o günlerde pek kömür bulunmadığından, ya da esnafın kömüre ayrıca para verme gibi bir lüksü olmadığından, fırınlardan bir teneke kürek içinde biraz odun ateşi alınır getirilir ve ütülere konarak ısınması sağlanırdı. Isınan ütüyle de yeni dikilen işlerin ütüleri ya da dikiş yerleri bastırılırdı, ütülenirdi. Bu işlem her zaman yapılmaz, ütülenecek işler biriktirilerek, arka arkaya ütü yapılırdı. Her zaman ütüyü ısıtmak zor bir işti.

Terzi dediğim bu insanlar, öyle ahım şahım dikişler yapan ustalar değillerdi. O günlerin koşullarında işlik denen yakasız gömlekler, çoğunlukla bol dökümlü şalvarlar ve yelekler dikilirdi. Şalvarı en çok Fadıl usta dikerdi. Herhalde o işin ustası oydu. Pantolon ve sako(ceket) az dikilirdi. Ceket dikildiğini pek anımsamıyorum. Ancak bazı “dellal” denen satıcılar, omuzlarında üst üste konmuş ceketlerle dolaşır, “Halep işi” bunlar diye bağırarak satmaya çalışırlardı. Herhalde yeni diktirmekten daha ucuz olurlardı ya da ceket dikmek ayrı bir beceri isterdi diye düşünüyorum.

Babam Ali Erbil'de Adıyaman'ın iyi terzilerinden biriymiş. Ben o yılları anımsamıyorum. Terziliği bırakıp bakkallığa başlamış. Ben ancak bakkallık yaptığı günleri anımsıyorum. Dükkana gittiğimi ve dükkanda bulunan sattıklarını sarmak için kullandığı defter sayfalarının boş olanlarına  resimler çizdiğimi anımsıyorum. Çok küçüktüm, henüz okula başlamamıştım. Babam bakkallık yapıyordu ama hala "Terzi Ali" diye anılmaya devam ediliyordu. Bir yerde "Kimin oğlusun?" dendiğinde tanımaları için "Terzi Ali'nin oğluyum." demek durumunda kalıyordum. Yaşama veda edinceye dek de böyle sürdü. Kişiyi tanıttığı mesleği, onunla da kaynaşırdı. Önceden mesleklerin bu saygınlığıyla kişileri anlatmak ya da tanıtmak kolaylığı vardı.

Hala çalışan, ekmeğini mesleği ile kazanan tüm meslek sahiplerinin elleri dert görmesin.

 

Fotoğraf: Mehmet Erbil

Bizler pek bir şey bilmediğimizden o sıcak yaz günlerinde ara sıra gider çeşmeden buz gibi akan sulardan getirir, ustalarımıza vererek serinlemelerini sağlardık.

Daha çok da canımız sıkıldığında su getirmeye gider, getirdiğimiz suyu da bazen dükkanın içine, ama çoğunlukla da dükkanın önüne serper, serinlemeye çalışırdık.

Dükkanın önünde incecik bir kaldırım vardı. Aynı şekilde karşı dükkanların da. Onların arasında da kaldırımlardan biraz geniş geçiş yolu vardı. Betondan yapılmışlardı.

Şimdi düşünüyorum da buraların ilk yapıldığı yıllarda diğer yollarımızın olduğu gibi taş döşeli kaldırımsız, ortaya su akması için eğimli yollar olmalıydı bunlar. Ancak bütünlük böyle sağlanır, mimari bütünlük böyle oluşurdu. Sonradan yapılan betonlaşma temizlik kolaylığını getirmiştir ama mimari uyumluluğu ortadan kaldırmıştır.



Fotoğraf: Mehmet Erbil 

Bu çarşı hala işlevini –farklılıklar oluşsa da- sürdürmektedir.

                                      Mehmet Erbil 24.07.2011 Pazar

 

 AYRANCI PAZARI MEYDANI(‘)

Ellerinde ayran tası, önlerinde ve yanlarında yan yana dizilmiş ayran tulukları. Ağızları çapıtlarla (Bez parçalarından yapılmış bağlama ipi) bağlanmış… Etrafta kerpiç ve ahşaptan yapılmış dükkanlar. Bunların bazıları hala var. Demircilik, bakırcılık ve kalaycılık yapmaktadırlar. Çünkü “ayrancı pazarı” demircilerin hemen bitimindeki alanda kurulurdu. Eşekler ya da katırlar çakılan kazıklara bağlanır, onların bazen anırma sesleri ayran satıcılarının seslerine karışırdı. Alanın diğer yanları toprak damlı evlerle çevrili idi. Bu evler kerpiçten yapılmış, avlulu, tek katlı üzeri toprak evlerdi.

Çevrede öğleye değin, alel acele geçen bir devimlilik (hareketlilik) olurdu. Öğleden sonra her şey biter alan sessizliğe bürünürdü. Bu sessizlik ertesi günün sabahına dek sürerdi.

                                    Mehmet Erbil 23.07.2011 Cumaertesi

  (‘) Bu yazının ilk notu 02.02.07 tarihini taşımaktadır.

 

 ADIYAMAN AYRANCI PAZARI (‘)

Bir küçük meydan. Ortada büyük bir dut ağacı, altında tuluğlarla(tuluk) ayran satan kadınlar, erkekler. Bu satıcıların çoğu kadın olurdu. Çünkü ayran yapmak kadın işi idi. Köylerinden eşeklere ya da katırlara yükleyip getirdikleri ayranlarını burada satmaya çalışırlardı. Çok çabuk satmak zorunda idiler. Çünkü hava sıcaklığı nedeniyle o günlerde soğutma olanağı olmadığı için ayranlar tadını değiştirmeye, ekşimeye başlardı. Ekşiyen ayranı da kimse alıp içmezdi. Kısaca ayranı tuluğlarla saatlerce çalkalayıp yapmak da, satmak da bir dertti.

Satıcılar arasında simsiyah izarlı(çarşaflı) kadınlar çoğunlukta. Köyüne özgü giyim tarzıyla başı poşulu kadınlar da satıcılar arasında yer alırlardı. Bunlar sattıkları ayran parası ile köylerine dönerken lambaları için gazyağı, yemekleri için tuz, ya da çok sevdikleri, ekmek arasına koyup yedikleri çarşı helvası(tahin helvası) alıp götürürlerdi. Başka bir şey aldıklarını anımsamıyorum. Çünkü köylüler yiyecekleri çok şeyi kendileri üretir, yapardı. Aldıkları ürünler çoğunlukla sanayi ürünleri olurdu. Bunlara esbap yapmada kullandıkları renk renk kumaşları da eklemem gerekir. Ancak bunların alınışı düğün ya da bayram zamanlarına denk gelirdi. Her zaman kumaş olmak, elbise yapmak lüksü çoğu kimse de yoktu. Günlük işlerde olanlar yamanır giyilirdi.

Ayran alacaklar evlerinden getirdikleri sitillerle kaç tas ayran alacaksa doldurur evlerine götürürlerdi. Öğle ve akşam yemeklerinde, içine dağdan getirilen kar atılır soğutularak içilirdi. Ya da içine kar ayran,  serinlemek için ya da konuk gelen varsa ona ikram edilirdi. O günlerde bugünkü gibi çeşitli içecekler ve soğutucular yoktu.

Dağdan satıcılar tarafından getirilen karlar kesek kesek satın alınır evlere götürülerek soğurmada kullanılırdı. Dağda karın üzeri saklandığı yerde çabuk erimesin diye samanla örtülürdü. Şehre satış için getirileceği zamanlarda  büyük parçalar halinde kesilip eşeklere yüklenerek getirilirdi. Eşeklerin iki yanına denk yapılmış ve üzeri bezlerle erimesin diye kapatılmış olarak getirilirdi. Dağda uzun süre saman altında saklanan kar bazen saman nedeniyle kurtlanırdı. O günlerde hiç kimse bundan etkilenmezdi, doğal karşılanırdı. Onlar temizlenir, sonra kar parçaları suya ya da ayrana atılarak soğutma işlemi tamamlanırdı.

Eğer varsa gazoz satan, gazozlarını bu kar parçaları içinde soğutarak satardı.

O günlerin tas tas içilen boyam şerbetleri (meyan kökünden yapılan soğuk içecek) de karla soğutulur satılırdı.

O günlerin tas tas içilen bu şerbetleri nostalji olarak halen satılmakta ve rağbet görmektedir.

İnsanın “Hey gidi günler!” diyesi geliyor.

                                   Mehmet Erbil 23.07.2011

Tuluk: Tümden çıkarılmış keçi ya da koyun derisi. Ayak kısımlarının uçları bağlanır, Ön ayaklar ve arka ayaklar arasına 30-40 cm ahşap saplarla bir ağaca asılır, saatlerce sallanarak içindeki su katılmış ayran çalkalanarak yağı çıkarılır, kalan da ayran olarak değerlenirdi. Tuluğun boyun kısmı, tuluğu doldurmak ve boşaltmak için kullanılırdı. Pazarda satış yapılırken ağız kısmından azar azar taslara doldurularak tas tas satış yapılırdı. Ayran satış ölçüsü buydu o günlerde. Tası yüz paradan(2.5 kuruş) satılırdı.

 (‘) Bu yazının ilk notu 02.02.07 tarihini taşımaktadır.



 
Mehmet ERBİL: Nemrut Dağında Gün Batarken

MALATYA'NIN NEMRUT İNADI

Nemrut dağında güneş Adıyaman'da doğar ve Nemrut Dağında güneş Adıyaman'da batar. Bu coğrafik bir gerçekliktir. Bu tarihsel bir gerçekliktir de. Kaynaklara, turizm belgelerine bakın bu hepten böyledir. Siz tutun bunu Malatya diye lanse etmeye çalışın. Çocuklar bile inanmaz buna.

Film yapımcılarını da çekseniz yanınıza, onların bir dizisinin jeneriğinde Nemrut Dağı çekimlerine yer de verdirtseniz, varolan gerçeği değiştiremezsiniz. Dizinin senaryo yazarının Malatya diye Nemrut Dağını jeneriğine almasını da anlamak zor. Tarihi ve coğrafik bilgileri eksik desem olmaz. Herhalde yanlış bilgilndirildi ya da yanlış yönlendirildi. Böyle olduğuna inanmak istiyorum. Yoksa kamuoyunu gerçeğin dışında bir bilgiyle bilgilendirme görevini üstlenmiş olur. Bile bile bu yanlışlığı sürdürmemesi dileğiyle... 

Ayrıca Malatya İl yöneticilerinin bu inadını anlamakta zorlandığımı da açıkça söylemeliyim. Yasa yolunda alınan Danıştay kararı da beni doğrular. Öyleyse bu inat nedendir? Bırakın Adıyaman'lım gönlünce sahip çıkmaya çalışsın Nemrut Dağı'na. Bir gelir kaynağı var bari ona göz dikmeyin.

Ey yetkililer; bu gerçeği anlamak zorundasınız. Adıyaman'ı ve Nemrut'u rahat bırakın lütfen...

 Not: Bu yazımın ayrıntılı bölümünü google'dan "Malatya'nın Nemrut inadı- Mehmet Erbil" yazarak okuyabilirsiniz. Teşekkür ederim.
                                                                         Mehmet Erbil 27 Eylül 2011 Salı




Adıyaman Çarşısı ve Yıldız Sarayı (Mustafa Türkoğlu-İsmet Doğunç arşivi)

EDEBİYAT KİTABI VE BİR ŞİİR
 
1963-64 öğretim yılı, Adıyaman Lisesi 1. sınıftayım. Lise yapımız, Adıyaman Belediyesi’nin şimdiki yapısının karşısında yer alan parkın yerindeydi. O yıllarda gençliğin verdiği hız ve coşkuyla, kendimce şiirler yazıyorum.
 
Yine o günlerde çarşı içinde “Yıldız Sarayı” dediğimiz iki katlı bir yapı vardı. Burası kulüp (lokal) olarak kullanılırdı. Biz küçük olduğumuz için oraya çıkamazdık. Ancak dışardan izleyebilirdik. Bu yapıda bir yangın çıkmış, ahşap olduğu için de tümüyle yanmıştı. İtfaiye yangına yetişmiş, ancak suyu bittiği için, yeniden gelinceye dek yapı kül olup yok olmuştu.
 
Tüm Adıyamanlı hemşerilerim gibi ben de çok üzülmüştüm. Çünkü Adıyaman’a özgü, özgün bir yapıydı. Çok etkilendiğim için oturup bir şiir yazdım. Şiiri yazmak olağan da, yazma yeri ve zamanı olağan değildi. Öğretmenimiz Mahmut Kızılkaya (namı diğer Atatürk’ün oğlu- arkadaşlarımız ona bu adı takmışlardı) edebiyat dersinde harıl harıl ders anlatıyor, notlar tutturuyor, sorular soruyor, yanıtlar almaya çalışıyordu. İşte ben tam o sırada Nihat Sami Banarlı’nın o kalın edebiyat kitabının sol kenar boşluğuna bir şiir yazıyordum. Boşluk dar olduğu için şiirimin her dizesi bir sözcükten oluştu. Şiiri tam bitirdim ki, öğretmenimin yanıma hışımla geldiğini gördüm. Bana bir soru sormuş, yanıt alamayınca da başka bir şeyle meşgul olduğumu görmüş ve yanıma gelmişti. Ben o sıra kitabı kapamış, öğretmenime bakıyordum. “Ne yapıyordun, neden dersi dinlemiyorsun?” diye çıkıştı ve kapadığım kitabı açarak, işlediğimiz konu sayfasını açtı. Kitabın yan boşluğuna benim şiir yazdığımı görünce de yumuşadı şiiri okudu ve gülümseyerek tahtanın önüne geçti, bana; “Yazdığını arkadaşlarına da oku!” diye seslendi. Çünkü edebiyat dersinin gereğini yerine getirmiş ve o günlerin duyarlılığı kapsamında bir şiir yazmıştım.
 
Okudum:
 
YANGIN
 
Sakın
Bakma
Bana,
Kentin
İtfaiyesi yok,
Yanarım
Sonra.
 
Şiir bu kadarcıktı. Benimsendi. O günlerde İstanbul’da çıkan bir sanat dergisi sayfasında da kendine yer buldu.
 
Bu şiiri ve olayı yeniden anımsamama neden olan bir fotoğraf oldu. Bu fotoğraf Adıyaman Çarşısı’nın genel bir görünümünü yansıtan çok eski bir belgeydi. Bu belgeyi ortaya çıkaran ve tüm Adıyamanlılar için gösterime sunanlara teşekkür ederim.
 
Mehmet ERBİL
19 Eylül 2011
 


Fotoğraf: Mehmet Erbil


                      ADIYAMAN


Fotoğraf: Mehmet Erbil

ADIYAMAN BERBERLERİ

Adıyaman’da berber denince usuma bir tekerleme takılır:

“Kazan gibi baş, yüz paraya tıraş.”

Önceleri berberler dışarıdan gelen müşterileri çekmek için, genelde müşterisi az olanlar dükkanın önüne çıkar yoldan geçenlere böyle seslenirlermiş. Ben duymadım. Ama bizden yaşlı olan kuşak bunu sık sık anlatır, gülerlerdi.

Benim eniştem Kemal Köylü de berberdi. Lise yıllarımda Gölbaşı Caddesindeki dükkanının camına  “Berber” yazmış, altına da bol köpüklü bir yüz resmi eklemiştim. O günlerde seyrek de olsa Adıyaman’a gelen turistlerin dikkatini çeker, bol bol fotoğrafını çekerlermiş. Onlar için ilginç ve primitif bir görüntü olduğundan Adıyaman’dan görüntüler olarak fotoğraf arşivlerine ekliyorlardı diye düşünüyorum.

Oysa o günlerde bizler için doğal bir görüntü olduğundan ben hiç fotoğrafını çekmemişim. Belge fotoğraf olarak elimde yok, ancak anılarımda yer eden bir çalışma olarak sık sık anımsarım.

O günlerin berberleri diş çeker, sünnet yapar, bazı ufak tefek yaralara müdahale ederlerdi. Ne denli doğruydu bilinmez, ama o günlerin alışkanlığında berberlerin bu görevleri vardı ve kaçınılmazdı. Çünkü bu tür sağlık sorunlarına çözüm yeri ve elemanı, sağlıkçısı pek yoktu ya da bir iki tane idi. Halkın bu tür sağlık sorunlarına para ayıracak fazla parası olmadığından olsa gerek, halk tipi, ucuz bir çözüm yolu budur denmiş ve uygulanmış.

Bizim kuşak ve bizden önceki kuşak böyle yetişti denebilir. Hatta bizden sonraki kuşağın bazıları da.

                                             Mehmet Erbil 25.07.2011 Pazartesi


Gömlekçi Ziya Canpolat - Adıyaman

EL EMEĞİ İLE EKMEĞİNİN PEŞİNDE OLANLARDAN
GÖMLEKÇİ ZİYA USTA
Ziya ustanın elleriyle renk renk gömleklik kumaşlar
raflardan indirilir müşterinin beğenisine sunulurdu. Kumaşları tezgaha özenle
yerleştirir, gül yaprağına dokunur gibi kumaşın katmanlarını açar alıcının
beğenisine sunardı.   
Onu ilk kez 1969 yılında tanıdım. Ölçer biçer, dikerdi renk
renk kumaşları. Dikiş makinesi ayaklarının devinimiyle canlanır, biçilmiş
parçaları dikmeye başlardı. Öyle bir özenle yapılırdı ki, kumaşın dokusunda,
dikiş izlerinde Ziya Ustanın göz parıltıları dans eder gibi olurdu. Böyle bir
duyarlılık vardı ustanın dokunuşlarında.
O, bu dokunuşlarını yıllardır sürdürür. Hem de
sanayileşmenin dev adımlarına aldırmadan sürdürür. Konfeksiyon kolaycılığına kafa tutarcasına
sürdürür.  Alın teri, el emeği, göz nuru
tek sermayesidir ustanın.

Gömlek için beğenilen kumaşı özenle aldığı ölçüye göre çizer ve keser. Dikiş makinesinin başına geçer. Kumaşa en uygun renk seçimini yaparak makarayı yerleştirir. İşin ehli usta yine işin ehli tavırlarla dikiş makinesini ağır ağır çalıştırarak gömleğin dikiş işlemini tamamlar. Yine özenle düğme yerlerini ve aralıklarını belirleyerek ilmeklerini yapar. O koca makasını eline alarak ilmek yerlerini bir çırpıda makasın iki ucu arasına yerleştirerek "tık" diye keser. Yedek yaka yapmayı ihmal etmez. Şimdi yine yedek yaka isteyenler olduğu için bu işi böyle sürdürüyor. Bizim gençlik yıllarımızda da sık sık gömlek almak olanağı olmadığı için çoğunlukla yedek yakalı gömlekler dktirilirdi. Öyle ki, hazır giyim üretimlerinde bile gömlek kutularının içine yedek yakalar konurdu. Gömlek yakaları çabuk sarardığı ve ya çabuk yıprandığı için o zamanlar bu yöntem insanların bulduğu bir çözüm şekliydi. Yıpranan yaka yedeği ile değiştirilir ve yenilenmiş olurdu.
Şaka gibi değil mi? Hayır şaka etmiyorum, o günlerin bir gerçeğini gözler önüne seriyorum.
Ziya usta; hala inatla direnir zamana. Ve de ustaya yol göstericisidir onun dikiş
makinesinin sesi. Ustanın dünyasını canlandıran kumaşlardaki renklerdir.  Tüm yaşamı bu çizgiler içinde sürer gider.
Nice sağlıklı ve kazançlı yıllara diyorum usta için.
Elleri ve de tüm ustaların elleri dert görmesin.



Domates ve Güneşin birlikteliği (Adıyaman 07.10.2012)




Attar(aktar) Mehmet Uçaner (Adıyaman 07.10.2012) 

ADIYAMAN ATTAR(AKTAR) PAZARI:
 Bu fotoğrafta babadan oğula attarlık mesleğine takıldım. Adıyaman attar(aktar) Pazarında baba mesleğini
sürüdürüyor Mehmet Uçaner. O sırada bir de Attar Mevlüt amcamız vardı. Mevlüt
amca ve Mehmet'in babası mesleklerinin saygın insanlarıydı. Titizlerdi. Ölçüp, tartar dirhem dirhem
verirlerdi istediklerinizi. Kullanım tariflerini de anlaşılır bir dille,
oldukça yalın bir biçimde açıklarlardı. Size yetecek kadar verirler, para
kazanacağım diye fazlasını vermezlerdi. Şimdi bunların yerini ot satıcıları
aldı. Ne kadar istersen veririler. Fazlası zarardır demezler. İnsanın yüksek
sesle "nerde o eski attarlar" diyesi geliyor. Çarşımızıın dünyadan
göçmüş bu saygın attarlarına Allahtan rahmet, mesleği sürdürmeye
çalışan attar Mehmet'lere de sağlıklı ve kazançlı günler diliyorum.
 
Can arkadaşım Prof. Dr. Emrullah Güney bu fotoğraf için "Hekimler daima korkulan insanlar olmuştur. Konu yalnızca ödeme zorluğu da değildir. Yurttaş bir rahatsızlığını aktara daha rahat anlatır ve ona göre de ilacını, merhemini alır.Onlar beldelerimizin rengi idi." diye yazmıştır. Attarlar(aktarlar) sağlık konusunda, gereksiz kullanımları önleyerek halkın bilinçlenmesini de sağlamışlardır. 


Adıyaman Ulucami Kuzey Kapısı 08.07.2012(Fotoğraf:Mehmet ERBİL)

           ADIYAMAN ULUCAMİ KUZEY KAPISI
Bu kapı koruma altına alınmalıdır. Çivi kullanılmadan yapılan kapı müzede yerini almalı ve gelecek kuşaklara armağan edilmelidir. Artık bakımsızlıktan dökülmek üzeredir. Yetkililere duyurulur. Bu kapının sol kanadı şimdi çok yıpranmış durumda. Sol kanat açılırken ayakla itelendiğini sanıyorum. Bu nedenle yıpranma artmış.  İşçiliği yakından görülmeye değer. Adıyaman müzesi yetkilileri bunu hiç mi görmediler? Aslında bu kapıyı alıp müzede değerlendirmeleri gerekir diye düşünüyorum. Sanattan ve sanat tarihinden anlayanlara duyurulur.
              NELER DEDİLER: 
Fatih Akın Kurt: MEHMET HOCAM...MUHTEŞEM BİR İŞÇİLİK...
Saynur Baysal Öztürk: Maziyi bunun için özlüyor olmalıyız, Hocam. Hiçbir şey baştan savma değil, eşyaya kendinden, ruhundan katmış ecdat. O inceliği, o maddeye kadar inen itinayı... Evet, yapamıyoruz, bari muhafaza edip gelecek nesillere aktarsak.
 Zihni Karakaş: hocam sizin elleriniden öperim adam gibi adamsın her konuya vakıfsınız

ÇINAR KÖYÜ

Çınar Köyü Akpınar-Adıyaman

(Cumartesi 21 Eylül 2013)


Çınar Köyünden bir Görünüm (Cumartesi 21 Eylül 2013)

Çınar Köyü yaklaşık üç yüz yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunların tanıkları olarak dut ve çınar ağaçları vardır. Köyün halkını Besni yakınlarından buraya gelen Mamaraşo sülalesi oluşturur. Bu lakabın büyük, büyük dedeleri Mehmet isimli atalarından kaynaklandığı söylenmektedir. Önceleri soyadı olarak Polat kullanılırken, nedense sonradan Çelik soyadını almışlardır. Ayrıca köyde Özer soyadı taşıyan komşular da yaşamaktadır.





Cana yakın insanların yaşadığı bu köyde canlı bir KERGE mevsimi yaşanmaktadır. Üzümler kesilmekte, şıra yapılacak yere taşınarak, teknede sıkılarak şırası çıkarılmaktadır.




Çıkan şıra kazanlarda kaynatılarak bulamaç yapılmaktadır.




Bu bulamaçlar kovalarla taşınarak özel hazırlanmış bezlere tahta malalarla serilerek kurumaya bırakılır.




Kuruyan bu şıradan oluşan pestil tabakası, bezlerin arkası ıslatılarak dikkatlice bezlerden ayrılır. Sonra bunlardan uygun ölçülerde düzgünce kesilerek suka dediğimiz pestil parçaları katlanarak yapılır. Yöre halkının kış çerezlerinin en önemlisi pestil ve kesmedir.

ÇINAR KÖYÜNDEN PORTRELER

(Cumaertesi 21 Eylül 2013)



Mamaraşo ailesinden Halil Çelik



Ebubekir Çelik, Hacı Yusuf Özer, Abdurrahman Özer

ÇINAR KÖYÜNÜN MUTLU SEVİMLİ ÇOCUKLARI












Sürecek)
 


Yorgun Adıyamanlım

“BİR MEKTUP YAZDIRDIM URFALI KIZINA” ADLI TÜRKÜNÜN ÖYKÜSÜ

         Ben 1954-55 öğretim yılında Yeniyol İlkokulu’nda (Cumhuriyet İlkokulu) öğrenime başladım. Bu okula kaydımı, askerlik görevini İzmir’de Yedek Subay olarak yapan ve bu görevi sırasında şehit olan dayım Hakim Abdullah Turgut yaptırmıştı. Görevli olduğu yerde yangın çıkmış, dayım yangının içinde kalan bir eri kurtarmış, ne var ki kendisi alevlerin içinde kalmıştır. Uzun çabaları sonucu yangından çıkabilmiş ya da çıkarılmış, üzerine battaniye örtülerek yanmakta olan elbiseleri ancak söndürülebilmiştir.  Bu sırada çıkan dumandan zehirlenmiş olacak ki, kurtarılamamış, bir kaç gün sonra şehit olmuştur. İzmir'de defnedilen dayım için yapılan törene ancak Dedem rahmetli tahsildar Tahir Turgut (Hacı Emin gillerden), o günlerin zor koşullarında ancak gidebilmişti. O yılları çok zor anımsıyorum. Olay olduğunda gelen haber üzerine, annem ve ablalarım bir feryat, bir figan içindeler ki, korkudan tir tir titriyorum.

         Bu ağlamalara o yaş gereği fazla da bir anlam veremiyorum. Daha sonra Abdullah dayımın ölmüş olduğunu öğrendim. Ağladım mı, üzüldüm mü? Anımsayamıyorum.
        Anımsadığım tek şey o günlerden sonra çokça çalınıp söylenen “Bir mektup yazdırdım Urfalı
kızına” adlı türküydü. Ne zaman annemler bu türküyü duysa ağlarlardı. Dayım askere gitmeden önce nişanlanmıştı.   Ve bu türkünün de dayım Abdullah Turgut’un ölümü nedeniyle yakıldığı söylenirdi.
       “Hastahane önü mermer döşeli, Doktorlar geliyor eli şişeli” derken dayım anımsanır, ağlarlardı. “Dı nenni nenni askerim nenni” derken de adeta yerlere yatarcasına figan ederlerdi. Benim, –deyim yerindeyse- yüreğim parçalanır, çocuk aklımla üzülmekten, yaşaran gözlerimin yaşını silmekten başka elimden bir şey gelmezdi.
         Gerçekten bu türkü o günlerde Adıyaman türküsü olarak ortaya çıkmış, çok çalınıp söylenir olmuştu. Ağıt olduğu için; zaten dertli olan, bağrı yanık Adıyamanlım da bu türküyü hemen benimsemişti.  Türkü, Adıyaman'ımızın değerli sanatçısı, bir çok türküde imzası olan Ragıp Binzet'e aittir. Nida Tüfekçi tarafından notaya alınarak TRT repertuarına alınmıştır. Yılların eskitemediği, hala da sevilen bir türküdür.
         Ben türkünün öyküsünü, o günleri; 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun aklında kalanlarıyla böyle anımsıyorum. Müzikle yakından ilgilenen dostlar, Adıyaman’ın müzikleri üzerine araştırma yapanlar, bu konuyu araştırıp, öykünün gerçek olup olmadığına karar verebilirler. Türkümüzün gerçek öyküsü de araştırılıp, ortaya çıkarılmış olur.

         BİR MEYTUP YAZDIRDIM URFA'LI KIZINA

"Bir mektup yazdırdım Urfa'lı kızına
Zalimin kızı bakmaz yüzüme
Anam duyar ise vurur dizine
Dı nenni nenni askerim nenni severim seni

Hastahane önü mermer döşeli
Doktorlar geliyor eli şişeli
Üç gün oldu ben derde düşeli
Dı nenni nenni askerim nenni severim seni

Bir mektup yazdırdım dört ucu kara
Künyemiz yazıldı karakollara
Anam duyar ise düşer yollara
Dı nenni nenni askerim nenni severim seni"
                                          
                                  Ragıp Binzet

 
 
  Bugün 108306 ziyaretçi (193400 klik) kişi burdaydı! SANATLA KALIN-SAĞLIKLA KALIN  
 
isteataturk.com Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol