SANATA GİDEN YOL KİŞİNİN BEYNİ, GÖZÜ VE ELİNDEN GEÇER. Mehmet Erbil
   
  Mehmet ERBİL
  ADIYAMAN’DA ÇOCUK OLMAK:
 




AĞZIMIZIN TADI

Bir yaştan sonra, benim gibi çocukluğunu özleyen çoktur diye düşünüyorum. O günlerde çoğunlukla kendimiz üretir, kendimiz tüketirdik. “Azıcık aşım, dertsiz başım” derdi büyüklerimiz. Dert-tasa çok yoktu, olsa da konu komşu ortak olurdu, derman olurdu, bölüşürdü derdi-tasayı da çabuk unutulurdu. Dayanışma ve olanı bölüşme bu yokluk günlerini, ağır yaşam koşullarını aza indirirdi.

                Bu günlerde konu komşu ile birlikte kışlık bulgur kaynatılır, kuruduktan sonra bunlar, bulgur makinelerinde çektirilirdi. İnce olarak çektirilirse buna, yerel söyleyişle “sümit” derdik. Kalın olarak çektirilen pilavlık bulgur olarak kullanılırdı. Hazırlanan bu bulgurlar, “bulgur çuvalı”na doldurulur, maskanda(kiler) saklanırdı. Ayrıca “un çuvallarımız” da olurdu. Unluk buğday bu çuvala doldurulur, azar azar o günlerde var olan su değirmenlerinde un yapılırdı. Böylece sürekli taze un elde edilirdi. Ekmek(yufka) yapılacak günlerde, yine komşular bir araya gelerek, neredeyse bir ay yetecek değin yufka açar ve pişirirlerdi. Ekmek selesi denen, çapı bir metreye yakın sele içinde maskanda saklanırdı. Bayatlamazdı, ıslatılarak taze taze tüketilirdi. Fırınlardan ekmek alma derdi yoktu. Sonradan ekmek fırınları çoğaldı, un fabrikalarda üretilmeye başladı. Su değirmenleri iş yapamaz hale geldi, birer birer kapandı. Hatta şöyle bir söz duyar olduk büyüklerimizden: “Ekmek satın, avrat hatın.”  Kadınlar ekmek yapmaz oldu.

                Günümüzde bunun gibi daha çok şey bozuldu. O günlerde bir evde pişen ekmeğin kokusu nerdeyse tüm mahalleyi sarardı. Şimdilerde bu kokuya hasret kaldık. Çünkü buğdaylarımız da bozuldu. On bin yıldan buyana Güneydoğu Anadolu’da yetişen buğday çeşitlerini terk ettik. Bu bölge “Bereketli Hilal” olarak anılan bir bölgeydi. Türkiye, İran, İrak, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin bu bölge içindedir. Buğday oluşumu ve işlenişi bu bölgede ortaya çıktı. Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgemizde bulunan buğday çeşitleri on binlerce yıl işlenerek, hatta tohumlar ıslah edilerek günümüze dek gelmiştir.  Buğday çeşitlerinin temel kökeni “Siyez”(Kavlıca, Einkorn) ve “Gernik”(Çatal Kavlıca, Çatal Siyez) olarak bilinir. Yine buğday ve arpanın dışında, mercimek, bezelye gibi bakliyat çeşitleri ile keten yetiştirildiği de bilinmektedir.

                Cumhuriyet döneminde tohum ıslah çalışmalarına ağırlık verilmiş, “Tahıl Ambarı” olan Anadolu’da binlerce yıldan buyana üretilen buğday çeşitleri kurulan merkezlerde, özellikle Atatürk’ün direktifleri ile Eskişehir’de ve Diyarbakır’da kurulan Diyarbakır Tarımsal Araştırma Enstitüsü tohum ıslah çalışmaları yaptı. Buna ek olarak Ankara’da Tarımsal Araştırma Enstitüsü kuruldu. Özellikle Diyarbakır 81, Dicle 74, Akbaşak, Topbaş ıslah edilenler arasında yer aldı. Bunlarla yetinilmedi Yeşilköy Tarımsal Araştırmalar Enstitüsünde de Köse Melez, Ekmeklik 69082, Makarnalık 68722 ıslah edilerek geliştirildi. Ege’de Ege Tarımsal Araştırmalar Enstitüsü kurularak; Cumhuriyet 75, Gediz 75, Ata 81, Ege 88 tohumları ıslah çalışmaları yapıldı.  “Sadece buğday değil; mısır, arpa, çeltik, yulaf, patates, baklagil çeşitleri üretildi.”(1)

                Günümüze geldiğimizde, rahmetli Oktay Akbal’ın dediği gibi “önce ekmekler bozuldu.”  Çünkü Cumhuriyet döneminde onca yokluk içinde çırpına çırpına oluşturulan, araştırma kurumlarınca geliştirilen güzelim tohumlara sırt çevirdik. Atalarımızın ürettiklerini, yediklerini unuttuk. Ekmek kokuları öncelerde olduğu gibi kokmuyor. Verimi azdı, ne var ki, bizim Anadolu’nun buğdayı idi. Genleri ile oynanmamıştı. Zirai ilaçlara bağımlı değildi. Doğal gübre ile sağlıklı yetişiyordu. Şimdi zirai gübre atmadan yetişmiyor. Bu nedenledir ki üretilenlerin önceki tatları bozuldu, kısır ürünler haline geldiler, onlardan tohum alınamaz oldu. Tohuma bağımlı hale getirildik. Onları yedikçe ağzımızın tadı bozuldu, eski tatları bulamaz hale geldik.

                Bu nedenle sokakta, caddede gördüğümüz insanlar artık çok mutsuz. Yüzler gülmez oldu. Dokunsan bin ah işitecek duruma geldik. Herkes barut fıçısı oldu. Dokunsan patlayacaklar. İnsanlarımızın psikolojileri de bozuldu. İnsanlar birbirinden uzaklaşır oldu. Dostluklar aza indi.

                Ne diyelim; “önce ekmeklerin, sonra her şeyin tadı bozuldu.”

                Şöyle bir çevremize bakınsak, yeniden toprağımıza ve de yerel tohumlarımıza dönsek daha doğrusu kendi kişiliğimize dönsek çok iyi olur diye düşünüyorum.

                Ne dersiniz?

                Mehmet Erbil   16 Ocak 2019 Çarşamba

          

(1)     Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler, Kırmızı Kedi Yayınları 2017. s.58.

 


BİZ ÇOCUKLUĞUMUZU VE ÖĞRENCİLİĞİMİZİ BELEŞ YAŞADIK

Şaşırtıcı değil mi? “Nasıl beleş” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bizler okulumuza yaya gider-gelirdik. Yollar korkulacak gibi değildi. Sokaktan caddeden geçen tüm insanlar tanıdıklardı. Onlara saygıyla başımızı eğer, selam verir, yanlarından geçerdik.

Servis taşıtları yoktu ve böyle bir kavram bilmiyorduk. Bu nedenle servis ücretini de bilmezdik.

Cebimizde para olmazdı. Çünkü okulda para harcayacağımız bugünkü gibi yiyecek ve içecek alacak yer (kantin) yoktu. Cebimizde kendi ürünlerimiz olan kuru üzüm,  pestil, kesme (köftür), ceviz ya da kuru dut olurdu. Ceviz ve cevizli sucuk en beğendiklerimiz arasındaydı.  Bir avuç ölçüsünde olan bu yiyeceklerimiz küçücük ceplerimizden birini dolduracak kadar olurdu. Daha fazlası değildi. Az demeden elimizde olanla yetinirdik. Bunların tümü de kendi bağımız ya da bahçemizden elde edilirdi. Hem de bu ürünlerde kendi emeğimiz vardı. Bu nedenle değerini iyi bilir, savurganlık yapmazdık. Tümü de sağlıklı ve doğal ürünlerdi. Yerken bu nedenle, sağlıkla ilgili hiçbir kaygımız olmazdı.

“Yerli Malı Haftası”nda bu ürünler sınıf masalarımızda gururla sergilenir, arkadaşlarla birlikte, yine gururla bölüşerek yerdik. Sınıflar yerli ürünler sergileyen panayırlara dönerdi.Kendi ürünlerimizi yemek, bize hem doyulmaz bir lezzet hem de gurur verirdi.

O zamanlar marka nedir bilmez, büyük abi ya da ablalarımızın bir yıl önce kullandıkları giysi ve ayakkabıları, onlara küçük geldiği için bizler seve seve giyerdik.

Giysilerimiz mis gibi sabun kokardı. O günlerde en iyi temizlik malzemesi sabundu. Bugünkü markaların hiç biri yoktu. Mutluyduk. Alerji nedir bilmezdik. Çünkü tümüyle doğal gereçler kullanıyor, doğal yaşıyorduk.

Bizler özenti nedir bilmezdik. Kimse kimseye özenmez, kendi halimizde yaşardık.

Körebe, köşe kapmaca, gırcik-taşlar üst üste dizilerek oynanan oyun-, çelik-çomak oynardık. Aramızda ara-sıra sertleşmeler olur, ancak kavgaya dönüşmeden tatlıya bağlardık.

Çok sevdiğimiz oyunlardan biri de top oynamaktı. Topumuz öyle bugünkü gibi meşin toplar değildi. Bulduğumuz çaputları (bez parçalarını) sıkıca bağlar onu top gibi yapar oynardık. Sonradan plastik toplar çıktı, ne var ki o toptan herkes alamazdı. Bu nedenle kendi yaptığımız çaput toplar bizim eğlence araçlarımızın en başında gelirdi. Bu çaput top yırtılıp dağılana dek oynardık.

Sokaklarımız bizim oyun alanlarımızdı. O günlerde bu denli taşıt yoktu. Nerdeyse sokaklarımızda hiç taşıt yoktu dersek yalan olmaz.

Oyuncaklarımızı da çoğunlukla kendimiz yapardık. Telden yaptığımız arabalarımız önceliklerimizdendi. Tüm yaratıcılığımızı kullanırdık. Teli bükerek, kıvırarak yaptığımız tel arabalardan çok mutlu olurduk. Zaten o zamanlarda para ile satın alacağımız oyuncaklar pek yoktu. Her arkadaşımız kendi oyuncağını kendisi yapardı. Bazen bu tatlı bir yarışa dönüşürdü. O günlerde bazı oyuncaklar olsa bile almak için para bulmak zordu. Bu nedenle her çocuk kendi başının çaresine bakar, ne yapar, ne eder kendisine bir oyuncak yapmanın yolunu bulurdu.

Mutlu olurduk. Çünkü kendi gücümüzü, yetimizi kullanırdık. İşte bu nedenle mutluyduk.

İnanıyorum ki;

Sizler de öyleydiniz.

Mehmet Erbil

Cumartesi  16 Ekim 2021







            1960 LI YILLARDAN BİR KESİT: ADIYAMAN’DA ÇOCUK OLMAK

Bizler Eskisaray Mahallesi çocuklarıyız. Oyun alanlarımız çoktu. Oynayacağımız çocuk parkları yoktu.  Ne var ki, tüm sokaklar bizimdi. Gündüz ve gece oyunlar oynar, çocukluğumuzun tadını çıkarırdık.

Lise yıllarımız başlayınca sokaklar dar gelmeye başladı. Şimdi Adıyaman Lisesinin yeri mezarlıktı. Dedelerimizin ve onlardan daha önce vefat etmiş yakınlarımızın ve Adıyamanlıların defnedildiği yerdi. Onlardan sonra defin işlemleri buraya yapılmadı. Yeni mezarlık yeri yapılmıştı. Şimdiki stadyumun yanındaki alana defin işlemi yapılır oldu.

Bizle uzun süredir kullanılmayan Eskisaray mahallesindeki mezarlıkta futbol oynar, maçlar yapardık. Bir süre sonra burada mezarlar açılıp, yakınları tarafından kemikleri alınıp, yeni kurulan mezarlığa taşıma işlemleri başladı.

Daha sonra buraya inşaat araç-gereçleri taşınmaya başladı. Toprakta temel yerleri açıldı, toprak harfiyatı yapıldı.

Öğrendik ki, Adıyaman Lisesi’nin yeni yapısı buraya yapılıyordu. Önceden lisemiz Yeniyol (Cumhuriyet) ilkokulu ile yan yana idi. Ortaokul ve liseyi burada okuduk. Şimdi bu lisenin yeri Belediye Parkı olarak kullanılıyor.

1965-1966 öğretim yılında lisemizin yeni yapısına geçtik. Lise son sınıf olmuştuk. Ortaokul ve lise sınıfları yine aynı yapı içindeydik. Bizle bu yeni lise yapısının ilk öğrencileri idik. Yine bizler bu yapının ilk mezun öğrencileriyiz. O günün koşullarında lise yapısı çağdaş bir okul yapısıydı. Derslikler okul mimarisine uygun olarak iyi planlanmıştı.  

Yapının kuzey batısında kocaman bir kapalı spor salonu da yapılmıştı. Okulun ilk günlerinde sabah sınıfa girdikten sonra, kulaktan kulağa bir fısıltı dolaşmaya başladı. Spor salonunda “ölü hortladı” diyorlardı. Bunu duyan tüm arkadaşlar irkiliyordu. Çünkü yapının yeri mezarlıktı. Olurmu, olurdu. Küçük sınıfların halini düşünemiyorum. Her halde onlar daha çok korkmuşlardır diye düşünüyorduk.

Sorun neydi? Sorun; spor salonunun ahşap parke ile kaplanmış olmasındaydı. Bu salon derslik ve yönetim odalarının seviyesinden daha aşağıda yapıldığı için ahşap parkeler toprağın nemli oluşu nedeniyle kabarma yapmıştı. Çünkü Alitaşı Köprüsünün altından akan küçük çay, hemen spor salonun birkaç metre ötesinden akıp aşağıdaki derelere doğru akıp oraların sulanması yapılıyordu. İşte salonun zemini bu çayın suyu nedeni ile ıslanarak ahşap parkeler şişmişti. Yani nemden etkilenen ahşap parkeler kabarmış, tabanda birkaç yerde mezar tümsekleri biçimine benzemişti. Gerçekten kabaran ahşap parkeler mezar görüntüsü veriyordu.

Merakla spor salonuna giden bizler, spor salonundaki görüntüyü gördükten sonra derslerimize koştuk. Daha sonra o görüntüler kayboldu. Bizle salonda beden eğitimi derslerimizi yapmaya başladık.

Ancak zaman zaman bu derste zıplarken, koşarken olayı anımsayıp irkildiğimiz oluyordu. Bir süre sonra salona alıştık, bu irkilmeler yok oldu gitti. Her şey olağan bir durum gibi gelmeye başladı biz öğrencilere.

İşte ne zaman Adıyaman Lisesinin önünden geçsem bu anılar canlanır gözümün önünde. Bazen gülümserim. Bazen de irkilmeden edemem. Çünkü liseden sonrası tüm alanlar, meyve bahçeleri ile doluydu. Sebze dikilen alanlar, has (marul) bahçeleri, tütün ve pamuk tarlaları göz alabildiğince yayılırdı dört bir yana. Şimdi beton yığınları ile doldu her yan.

İşte irkilmelerim bu nedenledir.

Mehmet Erbil

 
  Bugün 108388 ziyaretçi (193623 klik) kişi burdaydı! SANATLA KALIN-SAĞLIKLA KALIN  
 
isteataturk.com Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol