Şen olasın Ürgüp (Fotoğraf: Mehmet Erbil)
Ürgüp ve Ürgüp'lü (Fotoğraf: Mehmet Erbil)
Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz (Düzenleme Şahin Ceylan)
ÜRGÜP'TE MUSTAFA GÜZELGÖZ'Ü DÜŞÜNMEK
Ürgüp’te günün sıcak saatleri henüz başlamadı. Ben de bu fırsattan yararlanarak Kayakapı ‘da biraz dolaşıp,
yeni fotoğraf çekimleri yaptım. Kayakapı düzenlemelerinden ortaya çıkanlar
umutlandırıcı görünüşler çıkarmış ortaya. Ancak olduğu yerde kalakalmış düzenlemeler.
Çok umutlanmıştık. Öyle bir hızla başlamıştı ki Kayakapı proıjes;i hızına
erişilmez diyorduk. Sonra ne olduysa oldu, birden hızla kesiliverdi çalışmalar.
Tüm umutlar sönmüştü. Yazık oldu. Ürgüp geçmişi ile yüzleşecek, evlerin
derinliklerinde izi kalmış yaşantılar ortaya çıkarılacaktı. Ve de bu çıkışlarla
güncelleşip, turizme yeni bir ivme kazandıracaktı; “tı” da kaldı her şey.
İşte böyle düşüncelerle dolaştığım, fotoğraflarını çektiğim yerlerin
yorgunluğundan uzaklaşmak için parka oturup güzel bir çay içmek istedim. 15
Temmuz 2012, pırıl pırıl bir Ürgüp sabahı. Karşımda Tahsinağa Kütüphanesi. Sanki yalnızlığa terk
edilmiş gibi. Duvarları solgun ve de yorgun gibi geldi bana. Yine içine ilk
girdiğim 1972 yılı, çektiğim fotoğraf kareleri gibi geçti gözlerimin önünden.
Sevecen bakışlarıyla –emekli olmasına karşın-masasında oturmuş Mustafa amca ilk
karede yerini aldı.
O zaman raflardaki kitapları incelemiş, diğer gelişlerim için neler
bulabileceğimi öğrenmek istemiştim. Oldukça da yararlı oldu. Ben kitapları
incelerken, yabancı olduğumu anlayan kütüphane görevlisi (Mustafa Güzelgöz) geldi yanıma, benimle
ilgilendi. Nevşehir Öğretmen Okulu’nda
resim öğretmeni ve Necdet Güner’in damadı olduğumu
öğrenince gözleri parladı ve ilgisi daha da arttı. “Necdet çok çalışkandır,
Ürgüp’e yaptıkları anlatılmakla bitmez. Bak, O’nun yaptığı Ürgüp simgesi,
eşekli kadın motifi duvarda asılı” diyerek gösterdi. Daha bir yakınlaştık.
Gerçekten eşekli kadın Ürgüp’ün simgesiydi ve birçok işyerinin ve otellerin
girişlerini süsler olmuştu. Hatta evlerin duvarlarında da yerini almıştı.
Bunlar bir çırpıda canlanıp geldi geçti gözlerimin önünden. Hey gidi
günler, hey gidi Mustafa Güzelgöz nur içinde yat. Senin köy köy gezdirdiğin
kitapların, adına düzenlenen oda şimdi yok. Açtığın belde ve köy kitaplıkları
bir bir kapanıyor.Senin anlayacağın çoğu yok şimdi.
Oysa o kitapları okuttun, elden ele dolaştırdın. Gözlere ışık, beyinlere
bilgi taşıdın. O günleri yaşayanlar minnettar sana biliyorum. Gençler seni
şimdilerde bilmeseler de, bilenler çoğunlukta. Kitap kurtları hep seni anımsar,
senin kitaplarını düşünür köy köy. Ve de semerinin iki yanında, iki kitap dolu
sandıkla eşeğini.
Bilesin ki, kitap severler olarak biz seni unutmadık.
Ama isteriz ki, senin için her yıl kitap şenlikleri düzenlensin, kitap
tanıtımları yapılsın. Yazarlar, çizerler, yayımcılar konuşsunlar yazı üstüne,
okumak üstüne ve de aydınlatmak üstüne. Dileğimiz bu. Ben bu dileğimizi
Ürgüp’lü yöneticilerin duyarlılığına sunuyorum.
Anlayanlar olur belki diye düşünüyorum. Düşündüğüm çok mu? Hayır. Senin
için az bile Mustafa amcam, senin için ne yapsak az. Ne var ki, bizi bağışla,
devir devran değişti. Kalakaldık ortada. Köy Enstitülerinin köyden işe başlaması
gibi, senin de köye kitapları taşıman şimdilerde görülmek istenmiyor. Ve de bu
olumlu benzerlik ders olmuyor bazılarına. Bizlerin elinden bir şeyler gelmiyor.
Ne yapsak sizler gibi yürekli insanlar olamıyoruz, aydınlığı karanlıklara
baskın tutamıyoruz.
Aldı götürdü bu düşünceler beni. Kısılmış gözlerimle kütüphane kapısına
bakmayı sürdürüyorum.
Bir yandan da çayımı yudumluyorum. İçim burkuluyor, özlüyorum o günleri.
Aradan 40 yıl geçmiş dile kolay. Bu kırk yıl bana bir şeyi daha anımsattı. 15
Temmuz 1972 de Ürgüp’te evlenmiştim. Kırk yıl olmuş. Mustafa Güzelgöz ile
tanışmama neden olan mutluluğumun başladığı yıl.
Bu nedenle seni bu 40 yılın sıcaklığı ile yeniden saygıyla anıyorum.
Önceleri top oynardı. İyi bir kaleciydi. İstanbul’da Vefa Spor’un kalesini
korurdu. Dinlenme dönemlerinin birinde Ürgüp’e gelir. Eş, dost, akraba özlemini
gidermektir amacı. Boş da durmaz. Topla oynamasını seven gençleri toplar
etrafına. Onlara daha bilinçli oynama kuralları öğretmeye çalışır. Gençler
zevkle ve özenle anlatılanları dinliyor ve uyguluyorlardı. Dönemin yetkili
yöneticisi bu ilgiyi görünce, O’na Ürgüp’te Kalmasını söyler. Amacı bu gençleri
böyle bir düzenlilik içinde yetiştirmektir. O’nu kütüphaneye alarak Ürgüp’te
kalmasını sağlar. İyi de etmiş bu yönetici. Alkışlanacak bir davranış yapmış.
Yapmış ki, sonradan tüm dünya Mustafa Güzelgöz’e verilen ödülle O’nu da
alkışlamış oldu. Helal olsun O’na.
Musatafa Güzelgöz kütüphaneci oldu olmasına ya, gelen gideni pek azdı.
Okuyanı nerdeyse yok gibiydi. Öğrenciler ödevleri için gelir, sonrasında
okuyucuların suyu kesilirdi. Ne edip etmeli insanları buraya çekmenin bir
yolunu bulmalıydı. Buldu da.
Öncelikle; kitapları insanların ayağına götürmeliydi. Bu iş nasıl olacaktı?
Oturup günlerce kafa yordu. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Çözümü bir
türlü bulamıyordu. Canı da epeyce sıkıldı. Bu sıkıntıyla pencereden dışarı
bakmaya başladı. Yoldan geçen, pazardan alışveriş etmiş insanların geçişlerini
izledi bir süre. Sırtlarında doldurdukları heybeleri, iki büklüm köylerine
doğru yol alıyorlar. Bazıları da eşeklerini yüklemiş, yanlarına astıkları
heybeleri doldurmuş olarak gidenleri de gördü. Kimileri de eşeklerinin iki
yanında iki sandık, sandıkların içi pazardan aldıkları ile tıka basa dolu.
Keyifle izlerken, hemen aklına takılanı düşünmeye başladı. “Bizim en kolay
taşıma ve binek aracımız eşektir. Vatandaşlarımız bu eşekleri ile bizim
ayağımıza ürettiklerini sandıklarla nasıl getiriyorsa, biz de kitaplarımızı
onlara böyle sandıklarla götürürüz” der, zaten güzel olan gözleri daha da
parlar. Ertesi gün işe koyulur. Soluğu genel müdürlükte alır.
Anlatır derdini genel müdüre. Köylere kitap götürmek için bir eşek kadrosu
ister. Yanıt olumsuzdur. Çaresiz odadan çıkar. Gözleri dolmuştur. İçin için
ağlamaktadır. Kurduğu düşler suya mı düşecekti. Kendini tutamadı, gözlerinden
yaşlar akmaya ve ağlamaya başladı. O anda odasından çıkan genel müdür,
Güzelgöz’ü ağlar görünce yeniden düşünür, inançlı ve dirençli insana istediği
eşek kadrosu parasını verir. Mustafa Güzelgöz de Ürgüp’e gelerek, kadrolu
eşeğini alır.
Böylece başlar kitapların köy köy gezmesi, kitapların köylere aydınlık ve
de ışık yayması.
Anlatması bile güzel. İnsanların köylerine eşeğin geldiğini görünce
toplanması, yüzlerinin gülmesi, ne denli mutluluk vericiydi o günlerde.
Ki, biz o mutluluğu hala duyuyor, hala yaşıyoruz. Ve de bununla avunuyoruz.
Birden döndüm çevremdekilere, “Mustafa Güzelgöz’ün Ürgüp’e heykeli yapıldı
mı?” diye sordum. Durakladılar, şaşırdılar. Belki de soruma bir anlam
veremediler. Belki de sorumu yersiz ve anlamsız buldular.
Ürgüp’te tüm dünyanın tanıdığı, değer verdiği, ödüllendirdiği Mustafa
Güzelgöz’ün heykeli yapılmamıştı. Bir maskının olduğundan söz edenler oldu.
Oldu da; şimdi nerde diye düşünmeye başladılar.
Değerbilirliğimiz bu kadarmış ne diyelim. Dünya alem değer veriyor,onların
verdiği değerle biz de teselli olmaya çalışıyoruz.
Başka ne diyelim, vatandaş olarak uyarı görevimizi yapıyoruz. “Dahasını
Ürgüplü yetkililer düşünsün” diyorum.
Aydınlık için, gözlerdeki ışıkların sönmemesi için, okuyan gençlik için
yeniden çağdaş Mustafa Güzelgöz’lere kavuşmak umuduyla.
Mehmet ERBİL
Fotoğtaf: Mehmet Erbil- Turistik Ürün satışı-Ürgüp 1978
Fotoğraf: Mehmet Erbil-Ürgüp Kayakapı'da Kaya Kilisesi
Başdere'den Ürgüp'e ilginç bir yürüyüş
Fotoğraf:Mehmet ERBİL: İlginç Doğasıyla Ürgüp
Biz iki arkadaş nerede buluşup görüşsek, ertesi güne bir gezi planı yaparız. Bu nedenle çevreyi didik didik ettik desem yeridir. Hele Emrullah Güney alanı gereği, çevrenin jeolojik yapısını inceler, notlar tutar, fotoğraflar çeker durur. Çünkü o günlerde bu konuda tez hazırlığı vardır. Kaynakları tarar, notlar alır, yazar, çizer ve de görmediği yerlere öncelik verirdi.
Yine böyle bir inceleme gezisi için, ertesi gün saat 8.00’e sözleşmiştik. Emrullah Güney’le Ürgüp’ten Başdere’ye gidecek oradan da vadiyi izleyerek Ürgüp’e yaya gelecektik.
8.30’a doğru dolmuşun yanına vardık. Kalkmak bilmez. Bir saate yakın bekledik. Neyse araca yeterince kişi binince kalktı.
İlk durağımız Başdere Belediyesi oldu. Şeker gibi bir adam belediye başkanı. Belediyenin hemen karşısında bir gazino inşa ettiriyor. Küçük havuz da yaptırmak arzusunda. Planlarını anlatıyor bize.
Güzel bir başlangıç.
Köyün içinden vadiye indik. Dar bir vadi. İşlenir toprak çok az. Su yok. Açılan kuyulara, kuruyan dere yatağının suyu toplanıyor. Onunla sulama yapılıyor.
Bahçelerden geçiyoruz. Daracık yerlere ne bulmuşsa ekmiş adamlar. Patates ağırlık gösteriyor. Sonra sebzeler geliyor. Tohum almak için soğanlar bırakılmış. Gıska için presitler doldurulmuş. Maşallah diyorlar presitlere. Bizde “garık” derler. Lahana, domates, kabak gözüküyor presitlerde. Yeşil bibere hiç rastlamadım sayılır. Salatalık da öyle. Bahçe kenarlarında kaysı ve armut ağaçları var. Elma çoğunlukta. Oysa erik çok az. 5-6 bahçe sonra bir köke rastlanıyor.
Bahçeler iki dağ arasında kaldığından engebeli. Toprak akmasını önlemek için yer yer kademeler yapılmış. Kuru taş duvarlar örülmüş, toprak doldurulmuş.
İlerledik.
Kaysı, elma yiyerek devam ediyoruz yolumuza. Üzümler hiç olmamış. Az ötede Yılmaz Güney’in kaçakçıları konu alan bir filminin çevrildiği terkedilmiş bir köy var. Yeni yerleşme yeri tepede. Bırakılma nedeni toprak kayması. Yıkıntıları gezdik. Bir zamanlar burada da insanlar acıları ile, sevinçleri ile baş başa kalmışlar diye düşündük. Çamaşırlıkları var. Köyün topluca çamaşır yıkadıkları, içinde suyu olan bir oda bu. Ama genişçe ocakları olan bir oda.
Köyün alt yanında bir mezarlık gözüküyor. Hüzün taşan bir görünüm. “Bir zamanlar biz de vardık” der gibiler.
Evlerin alt odaları çoğunluk kayadan oyulmuş. Bana Göreme kiliselerini anımsattı. Köyün adı: Demirtaş.
İlerliyoruz.İlerden beyaz evleriyle İLTAŞ (halkın diliyle İLDEŞ) gözüküyor. Yollar hep keçi yolu. Daracık. Aşağı vadi yeşilce uzanıyor. Ta Ürgüp’e dek. Oradan da daha aşağılara.
İlerledikçe bahçelerde yer yer çalışan erkekler görüyoruz. Bazen bir kadın bir çocuk görülüyor. İşini bitirip köyüne dönen eşek üstündeki insanlar da arada bir selamlaştığımız kişiler oluyor. Çalışanlara selam verip kolay gelsin dileklerimizi iletiyoruz. Arada bir elma koparıyoruz ağaçlardan ağzımızı sulandırmak için.
Biçilen ekinler harman yerine taşınıyor. Köyün harman yeri oldukça kalabalık. Hem insan, hem ekin yığınları, hem de çocuklar kalabalığı. Bize, turistler mi geliyor diye dikkatlice bakıyorlar. Selam verince anlayıp gülümsüyorlar ve karşılık veriyorlar. Köyün içinden geçerek tekrar vadiye, bahçelere karışacağız… Evler hep aynı, köyler düzen olarak hep aynı diye düşünüyorum orta Anadolu’da.
Emrullah Güney İLTAŞ köylülerinin saf ve temiz insanlar olduğunu anlatıyor. Gördüğüm, konuştuğum insanlarda bunu açıkça sezdim.
Çıkıyoruz köyden. Vadiye inerek, oradan birazcık tepeye doğru çıkıyoruz. Önümüzde düz bir alan ve yeniden bahçeler başlıyor. Değişen bir şey yok… Yine patates, yine domates, lahana, kabak ekili yerler ve meyve ağaçları.
Bir köylüye selam veriyoruz. Biçtiği buğdayı toplayıp harman yerine götürecek. Selam verip konuşuyoruz. Yakınlık gösteriyor. Dert yanıyor arkasından. Bu gördüğünüz on presitlik yer 5 kişiye kalacak. İşte böyle böyle bu bahçeler, bu topraklar parçalanıyor. Ben ölünce burası beşe bölünecek. Gayrı gerisini siz düşünün. İyi ki Avrupa çıktı. Yoksa bu köylerde her gün 2-3 cinayet olması işten bile değildi. Hak verdik. Bir de resmini çekip ayrıldık.
Bahçelerde yola devam.Arada bir ilginç bulduğumuz ağaç kütüklerini, ağaç gövdelerini çekiyoruz. Genellikle gövde dokusundan hareket ederek kompozisyona gitmeye çalışıyoruz. Bu arada tohumlanmış bir soğan presitinden bir bölüm çekiyoruz. Amacımız yine yüzey değerlendirmek, dokuya varmak.
Yolumuza devam ediyoruz. Vadinin dibine dek iniyoruz. Çay kurumuş. Yer yer kuyular ve bu kuyulara kurulmuş su motorları görüyoruz. İlerde çalışan bir tanesi var. Varıyoruz. İki kişi oturmuşlar, konuşuyorlar. Selam verip oturuyoruz.
Dertleri çok. Kuyuların ancak iki saat çalışabildiğini söylüyorlar. Sonra dolmasını beklemek gerek. Kuyu açan bir de motor koyunca çevresini de yararlandırıyor. Ama saati elli liradan. Yine de iyi diyorlar.
Biri anlatıyor. Gübrenin karaborsa olduğundan yakınıyor. İsteyen 5-6 ton, hatta 10 ton alıyor. 110 liradan para ödüyor. Biz birkaç torba alamıyoruz. Onlardan 150 liraya karaborsa alıyoruz.
Bir ara İstanbul’a bir kamyon patates götürdüm. Bir odada oturmuş konuşuyoruz. Adamın birine sordum. Ne kadar patates getirdin diye. Hiç az, kıymeti yok dedi, 70 ton. 2 liradan satsa 140 bin lira. Acı acı güldüm dedi.
Emrullah Güney sordu. “Bahçenizde neler ekili?” “Bir eve ne gerekiyorsa hepsi var. Ama hepsi ağız tadımlığı” diye ekliyor adam. Yani emeğini korutmuyor(kurtarmıyor).
Emrullah bey anlatıyor. Yüksek mühendis Yeşilöz köyünden biri ile İstanbul’da konuşurken, anlat hele demiş sizin oralarda ne eker ne biçersiniz? Adam bir yığın şey sayınca öyleyse sizin oralarda geçim çok zor demiş.
“ Öyle ya” dediler. “Arazi geniş olsa tek ürüne emek verilir, kazanç artar. Oysa bir avuç kadar yerde bir eve gereken her şeyi yapmak zorundayız.”
Bunlar Boyalı köyündendi. Vedalaşıp ayrıldık. Yolumuza aynı münval üzere devam ediyoruz… Ağaçlardan elma, kaysı yiyerek.
İlerde bir karı-koca biçilen sapları yüklüyorlar. Genç bir çift. Kolay gelsin deyip varıyoruz. Kadın örtünüyor. Adam terlemiş, alnında buram buram ter var. Boncuk taneleri gibi. Başdere’den gelip böyle yürüyerek Ürgüp’e gideceğimizi duyunca şaşırdı. Öncekiler de şaşırmıştı.
Tuttu bu sıra terkedilmiş köyle ilgili bir efsane anlattı. Orada bir ARPACIZADE YATIRI var. O yüzden oraya hiç dolu düşmez. Anlattı. Oradan geçerken biri “çabuk git, şimdi yağmur gelecek” diye söylemiş. O da aldırmamış. Oysa tepeyi dönünce bir bulut yığını ve arkasından da yağmur bastırmış.
Geçen yıllarda köylüler yatıra bakmamışlar, davar otlatmışlar. İşte o zaman dolu yağmış. Bunun üzerine yeniden onarmış ve bakmışlar. Şimdi dolu yağmıyor oraya. Buralara yağar, oradan gelip geçer. İşte böyle.
Ayrıldık.
Boyalı’nın önünden geçiyoruz. Yine motor homurtusu. Patates suluyorlar. Öğretmen Hayri bey var. Selamlaştık. Yürüyerek gideceğimize O’ da şaştı ve gülümsedi.
Karain köyü bahçeleri içindeyiz. İlerde çayda buğday yıkıyorlar. Yaklaştık selam verdik, selam aldı adam. Çayın suyundan söz ettik. Bu su Karacaören’in dedi. Bizim su yukarda. Ayrıca motorla da sulama yaparız. Bunu daha önce dedelerimiz hal yoluna koymuş. Anlaşmışlar. Yukarda bir su var. Gündüz bizim, gece Karacaören’in. Güzel bir çözüm.
Fotoğraf:Mehmet Erbil-Ürgüp'ten ilginçlikler
Yola devam ediyoruz. Aşağıda çayın tabanını derinleştiren dört Karacaören’li var. Biri genç çocuk sayılır. Selam verdik tatlı tatlı sohbete başladık. Su derdi bunların da baş derdi. Dedelerine dua ediyorlar. Yoksa şimdi bizler Karain’lilerle anlaşamazdık. Çünkü her birimizin karnında seksen tane kurt var. Oysa eskiden köylerimiz iyi anlaşırmış. Bir düğün olsa elli altmış kişi karşılıklı gider gelirmiş. Şimdi bir tek kişi bile yok.
Çalışanlar hem yevmiye alıyorlar, hem de kendi bahçelerine su götürmüş oluyorlar. İşçi bulamıyorlarmış. Çünkü Alamanya herkesi burnu havalı yapmış. Anlatan adam geçen yıl hacı olmuş. Konuşkan. Tam medrese diliyle konuşuyor. Zaten Karacaören de hemen hemen hacca gitmeyen yok.
Yine yola devam. Gelene geçene selam faslı devam ediyor. Toprak kum gibi. Üfürsen uçacak. Köylünün çilesi buralar.
Yürüdük gördük Sivri Taş’ı. Karşıya geçmek gerek. Sıvadık paçaları. Ayakkabıları çıkardık. Çay boyunca yürüdük. Pınar otelin kıyısında çıktık sudan. Yorgunluktan ağrıyan ayaklar dinlendi suda. Ve de; 10 Ağustos 1976 saat: 17.00 de Pınar Otel’de içilen çay daha da dinlendirdi bizi.
Ve böylece hem ilginç, hem de dolu dolu bilgilenmelerle geçen gezi tatlı bir yorgunlukla bitmişti. Ama o insanların zor yaşam koşulları, geçim zorlukları günümüzde de aynen sürüyor.
Mehmet ERBİL
Fotoğraf: Mehmet Erbil Urgüp 1978
14 Nisan '12